SİNEMANIN
DOĞUŞ FELSEFESİ VE AKIMLAR
1-
GİRİŞ
Sinema
alanında tüm çatışma ve görüş ayrılıklarının kaynağını sinemanın ‘gerçeği’ yansıtıp yansıtmadığı
oluşturmaktadır.
Şüphesiz
Brecht’in de belirtiği gibi; “gerçekçilik sorunu yalnızca edebiyata ait değil
başlı başına önemli siyasi, felsefi ve uygulama alanında bir sorundur”. Ve
Brecht’in bu görüşünün sinema açısından da geçerlilik taşıdığı açıktır.
Amacımız
sinema tarihinin ilk dönemlerinde yer alan önemli akım ve bu akımların
savunucularının da görüşlerini içerecek şekilde bu temel soruna bilimsel bir
yaklaşımda bulunmaktır.
Sinema
tarihçisi Henri Agel ‘Sinema
estetiği’ adlı yapıtında; “sinemanın
eğilimini tartışmayı amaçlayan araştırıcının karşısına dikilen ilk sorun gerçek
ve düş sorunudur” der. (s.6)
André Bazin de,
‘Sinema dilinin evrimi’ başlıklı yazısında; 1920’den 1940’a dek ‘görüntüye
inanan yönetmenler’ ile ‘gerçeğe inanan yönetmenler’ arasında
birbirine karşı iki eğilim yer aldığını belirtir. Bazin, görüntü kavramını
şöyle açıklar: “ Görüntü sözcüğüyle, çok
genel olarak, temsil edilen nesneyle perde üzerindeki temsilin katabileceği her
şeyi anlıyorum. Bu katkı çapraşıktır, fakat başlıca ikiye ayrılabilir:
görüntünün plastiği ve görüntünün kaynakları”. (Çağdaş sinema sorunları,
Bilgi yayınevi, s.43)
André Bazin
Bazin,
sinemadaki temel çatışmanın görüntüye inanan sinemacılar ile gerçeğe inanan
sinemacılar arasında olduğunu belirtirken sinemayı oluşturan öğelerden yola
çıktığı ve Devinim, Görüntünün plastik özellikleri ve Kurgu’dan birine oranla
diğerine daha fazla önem verildiği takdirde perdeye yansıtılan nesnelerin
gerçeğe uygunluklarının çarpıtılacağını savunmaktadır.
Sinema
tarihinin başlangıç yıllarını incelerken, belli dönemlerde belli akımların
sinemayı oluşturan bu öğelerden herhangi birine diğerlerine oranla öncelik
tanıdığını ve daha fazla önem verdiğini görmekteyiz.
Bu
arada düş veya gerçekle görüntü arasında bir bileşimi savunan sinema
kuramcılarının varlığına da kısaca değinelim. Léon Moussinac, Yedinci Sanat’ın gerçekle teması sağladığı ancak
aynı anda ona büyüleyici bir görünüm de verdiğini belirtir.
Edgar Morin ise,
tamamen Hegelci bir diyalektik ile sinemanın gerçek ve gerçeküstü niteliği
arasında bir sentezin varlığını kanıtlamaya çalışır; “ Nesnel görüntü öznelliğin yansımasıdır. O gerçek ve gerçeküstü
değildir, gerçeküstüdür çünkü gerçektir. Gerçektir çünkü gerçeküstüdür.
Gerçeğin bir yanılsamasıdır. Yanılsamanın bir gerçeğidir… Sinema gerçek ile
gerçeküstü arasındaki diyalektik bileşimdir”. (Esthétique du cinéma,
s.55)
2-
GÖRÜNTÜYE
AĞIRLIK TANIYAN AKIMLAR
A- DEVİNİME AĞIRLIK TANIYAN GÖRÜŞ VE
İZLENİMCİLER
İzlenimcilik (empresyonizm),
sanatçının edindiği geçici veya kalıcı izlenimlerin doğrudan doğruya
yansıtılmasına dayanan bir sanat anlayışıdır. Bu akımın sinema alanında en
belli başlı savunucuları Germaine Dulac,
Elie Faure, Jean Epstein ve René Clair’dir.
Germaine
Dulac’a göre, sinemanın özü devinimdir. Bu devinim sadece görüntülerin
doğal akışına yapmacık bir şekilde yapıştırılmış bir temanın basit bir
aktarılışı değildir. Bu devinime tüm arılığıyla ulaşabilmek gerekir: Sinema ve
müzik birlik içindedirler: salt devinim düzünü (ritmi) ve gelişimiyle heyecan
uyandırabilirler. Duyumlar salt görsel uyumlarda aranmamalıdır. Heyecanı arı
optik duyularda aramalıyız.
Jean
Epstein’e göre, konunun yokluğu, gerçekliğin tüm gizemli ağırlığı ve
belirsiz simgeciliği ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle de ‘hiçbir şeyin değil’
‘az şeyin’ geçtiği filmleri yeğlediğini belirtir ; “sinema sonundan başlangıcına doğru gelişim gösteren bir evreni tam
olarak betimler. Bu insanın günümüze dek bilincinde canlandıramadığı karşıt bir
evrendir. Ölü yapraklar topraktan havalanarak ağacın dallarında eski yerlerini
alırlar”. Ve bu olgu sinema düşünürü ve yönetmeninin kendi kendisine şu
soruyu yöneltmesine neden olur:” Evrenin
yapısı acaba belirsiz midir? İkili bir mantığı, ikili bir gerekirciliği
(determinizmi), çift bir ereği (finali) kabullenebilir miyiz?”.( Le cinéma
du diable,s.35).
Sinemacı görüşlerini şöyle sürdürür:
“Bu süreyi, yavaşlatılmış veya
hızlandırılmış çekim ile uzatabilen ve yoğunlaştırabilen, bunun sonucu olarak
da zamanın değişe bilirlik özelliğini kanıtlayan, her türlü değerin göreceliğini
ortaya koyan aygıt (kamera) bir tür ruhsal özellik taşıdığı izlenimini
uyandırmaktadır. Zamanın hızlandırılması canlandırır ve tinsel bir yapı
kazandırır, zamanın yavaşlattırılması ise öldürür ve maddeleştirir”.
Epstein, devinimin sinemanın varlık
nedenini ve temel özelliğini oluşturduğunu belirttikten sonra biçim kavramını
da yadsır: “ devinim biçimden ayrılmaz
bir öğe olup devinim biçimi oluşturur” (Le cinéma du diable, s.43-45). “Sinemada zihinsel görüntüler mantık dışı bir
devamlılık içinde birbirlerine eklenirler. “(Sinemanın ruhu, s.33).” “Mantığa aykırı (paralojik olan bu devamlılık
filmin bütünlüğünü oluşturmaktadır” (age.s.134). (1)
1) Epstein’in bu görüşleri Germaine Dulac’ın ‘La coquille et le clergyman’ ile Luis Bunuel’in ‘Un chien Andalou’ (Bir Endülüs Köpeği) adlı filmlerinde uygulama alanı bulmuştur. Yönetmen yakın çekimlere büyük önem verir. ‘Günaydın sinema’ adlı kitabında şöyle demektedir: “Yakın çekim yakınlık izlenimi ile dramı değiştirir. Sinema özü açısından gerçeküstücüdür. Var olmayanı görüyorum ve bu gerçek olmayanı özgül olarak görüyorum”. Yönetmen filmlerinde sinema hilelerine (hızlandırılmış ve yavaşlatılmış çekimler) oldukça fazla yer verir. ‘Intelligence d’une machine’ (Makinanın bilinci) filminde tersine çekilmiş bir bölüme rastlarız.
Eli Faure da ‘Cinéplastique, mystique du cinéma, vocation
du cinéma’ adlı yapıtında, kameranın, izleyiciyi gizlenmiş gerçeğin ta kalbine
ulaştıran kendisine özgü bir tekniği olduğunu ve sinemanın özünü devinimin oluşturduğunu
savunur. Bu açıdan Faure’un düşünceleriyle Jean Epstein’inkiler arasında büyük
yakınlık vardır. Diğer yandan Eli Faure, Germain
Dulac’ın görüşlerinden de etkilenmiştir. Faure’a göre; “Son derece karmaşık, ancak bizle aynı mekân
ve zamanda var olan dünyamızın gerçek yüzünü sadece kesintili parçalar halinde
algılayabilmekteyiz. Oysa şimdi onu karmaşık, devinen ve gelişen gerçekliliği
içinde, ışık gibi süratli bireşimli bir sezgi, zamanı bilinmeyecek denli eski
belirtiler, sonsuzda yok olacak perde çeşitlemeleri ile algılayabileceğiz”.
(Estéhetique du cinéma, s.16)
Jacques Brunius, ’En
marge du cinema Français’ adlı kitabında izlenimci akımın diğer bir savunucusu
olan René Clair’in (2) konumunu açıkça
belirleyen şu sözlerini aktarır: “Günümüzde,
görüntülerin evreninde hiçbir kural ve mantığın var olmadığı düşüncesine
kolaylıkla boyun eğebilirdim. Ne var ki, bu sanat dalının olağanüstü barbarlığı
beni büyülüyor. Sonunda el sürülmemiş bir alanla karşı karşıyayım. Yer çekimi
esaretinin bizi bunaltmadığı, yeni doğmakta olan bu dünyanın kurallarını
yadsımak bende bir hoşnutsuzluk yaratmıyor. Bu görüntülerde, genellikle bende
uyandırılmaya çalışılanların dışında, müziğe değgin özgünce
Ent'racte/René Clair
bir duyumun yol
açtığı büyük bir zevk duymaktayım. Hiçbir kesin anlam ve düşüncenin eskimiş
ipleriyle birbirlerine bağlanmayan bu görüntü dizisi niye kendini mantıkla
sınırlayacaktır? Tüm sevgili optik yanılsamalar şimdi bana aitsiniz. Kendi
isteğime uygun olarak hoşuma giden görüntüleri istediğim şekilde yönlendirdiğim
ve yeniden oluşturduğum bu evren bana aitsiniz!..”
René
Clair açıklamalarının bir yerinde sözü kardeşi Henri Chomette’e (3) bırakır: “Sinema kendini betimleme yöntemiyle
sınırlandıramaz. Yaratabilir. Sinema düzünü (ritmi)
2)René Clair
1923’ten 1935’e dek yayınladığı düşüncelerini 1950’de bir önsözle ‘Reflexion
Faite’ (Düşünceler) adlı yapıtında derler. Sinemacının en önemli filmi 1924’de
gerçekleştirdiği ‘Entr’acte’dır.
3) Henri Chomette ‘Jeux des reflets et des vitesses’ (Hız ve gölge oyunları) ile ‘Cinq minutes de cinema pur’ (Beş dakikalık arı sinema) adlı deneysel filmleri yönetir.
"Objektifin ve devinen
duyarkatın bileşimi dışında kavratılmaz olan, olguların mantığını ve nesnelerin
gerçeğini bir yana bırakarak bilinmeyen bir dizi görüntü oluşturabilir. Diğer
dramatik veya belgesel öğelerinden arınmış özünlü ve isterseniz arı bir sinema.
Bu salt sinematografik imgeleme yetisine yeni alanlar sunan ve yanılmıyorsam
Bayan Germaine Dulac tarafından ‘görsel senfoni’ diye tanımlanan olgudur”.
Özetlersek
izlenimci akım olarak tanımlanan ve sinemada devinime ağırlık veren görüşe
göre;
· - Duyumlar
salt görsel uyumlardan çıkmalıdır. Heyecanı arı optik duyularda aramak gerekir.
· - Sinemanın
özünü devinim oluşturur. Hatta devinim biçimden ayrılmaz bir öğe olup kendi
biçimini oluşturur.
· -Sinemanın
temel öğesi olan devinim, tüm gerçeklerin göreceliğini ortaya kor ve bu nedenle
sinema ruhsal bir özellik taşır.
· -Sinema kendini betimlemeyle sınırlandıramaz.
Sinema, optik yanılsamalar sayesinde olguların mantığını ve nesnelerin
gerçeğini bir yana bırakarak sinematografik imgeleme yetkisine yeni alanlar
sunar. Bilinmeyen bir dizi görüntü, yeni bir gerçek yaratır.
İzlenimci
akım görünürde belli bir çelişki içindedir. Bir yandan sinemanın sunduğu optik
yanılsamalar sayesinde nesnelerin gerçeğini bir yana bırakır ve bilinmeyen bir
dizi görüntü, yeni bir gerçek oluşturabileceği görüşünü savunur, diğer yandan
aynı zaman ve mekân içinde var olan dünyanın gerçek yüzünün sadece kesintili
parçalar halinde ve onun devinen, gelişen bir gerçekçilik içinde
algılanabileceğini ileri sürer.
Örneğin
Germaine Dulac, ‘La Germination d'un haricot’
(Fasulyenin filizlenmesi) adlı filminde, yavaşlatılmış çekimde, topraktan
çıkmaya çalışan kökün çektiği güçlüğü perdeye yansıtırken bir bakıma gözün
ulaşamadığı nesnel gerçeği devinim ve gelişim sürekliliği içinde
algılayabilmemizi mümkün hale getirebilmektedir.
Sinemada
izlenimcilik felsefede ‘olguculuk’ (4) akımının
karşılığıdır. Olguculuk dünyanın bireyin duyguları dışında var olan nesnel bir
gerçekçilik değil de sadece ‘benim’ yaşantımın, ‘benim’ duyuşumun olmasını öngörür. İzlenimcilik
kuşkucu, kaçak, savaşçı olmayan bir bireycilik öğesi olarak ortaya çıkar. İşte
bu nedenle bireyci sinema dünyanın parçalandığını, insan unsurunun yok
edildiğini gösteren bir çökme belirtisidir.
Ancak
izlenimci akım aynı zamanda 1871-1914 yılları arasında burjuva sanatının
ulaştığı parlak bir doruk noktasıdır. Sanatçının elindeki anlatım araçları
sınırsız bir zenginleşme kazanır.
B-GÖRÜNTÜNÜN PLASTİK ÖZELLİKLERİNE
AĞIRLIK VEREN GÖRÜŞ: DIŞAVURUMCULAR
Dışavurumcu
(Expresyonist) sinema 1914-1920 yılları arasında Almanya’da ortaya çıkıp
başarıya ulaşmıştır. Ancak etkisini salt Almanya’da değil diğer ülkelerde de uzun
bir süre sürdürmüştür. 1927 yılında Almanya’da
çevrilen ‘Metropolis’ adlı film bu anlayışın bir ürünüdür.
Diğer
ülkelerde etkisini sürdürmesi ise örneğin Frinz
Lang gibi Yahudi olan bu akımın öncüsü birçok sinemacının Nazizm’den kaçıp
Amerika, Fransa, İngiltere, İtalya gibi birçok ülkeye sığınmaları ile
gerçekleşmiştir. Dışavurumculuk dış dünyanın yarattığı izlenimleri konu alan
izlenimci akıma tepki olarak ortaya çıkmış ve dış dünyayı nesnel olarak kavrama
çabası yerine insanın iç dünyasının dışa vurulmasını amaçlayan bir sanat
akımıdır.
4) Olguculuk bilinebilir olanın yalnızca olgular olduğunu varsayan öznel, idealist bir akımdır.
Bazin’e göre dışavurumcular ‘görüntüye inanan sinemacılar’ grubuna dâhildirler. Çünkü Bazin görüntü kavramından; temsil edilen nesneye perde üzerindeki bu temsilin katabileceği her şeyi yani dekor, makyaj, ışık, kadraj, oyun ve kurguyu anlamaktadır.
Gerçekten
de dışavurumcular plastik açıdan aydınlıktan karanlığa geçişi sağlayan bir
aydınlatma (5) ve dekor olarak da uzun koridor ve
merdivenlere oldukça önem verirler. (6) Amaç en çarpıcı
anlatımın estetiğine ulaşmaktır.
Lotte Eisner, ’L’écran
démoniaque’ (Şeytansıl perde) adlı incelemesinde dışavurumculuğun atası olarak
nitelendirdiği Wilhem Worringer ile
ilgili olarak şöyle yazar: “ Worringer’e
göre soyutlama, çevresindeki ilişki ve olguları, gizemli ezgileri çözümleyemeyen
kişinin duyduğu kaygıdan doğar. Kişinin bu sonsuz alan karşısında duyduğu
endişe onda nesneleri doğal çevrelerinden, dış dünyadan koparmayı veya nesneleri
diğer nesnelerle olan ilişkilerinden soyutlamayı zorunlu kılar”. (L’écran démoniaque,
Lotte Eisner, s.221)
Das Wachsfigurenkabinett/Paul Leni
5) Lotte
Eisner, ‘‘Predisposition des Allemands a L'Expressionnisme’’ (Almanların
dışavurumculuğa anıklığı) başlıklı yazısında şöyle der; “Gece görünüşlerin perdesinin yırtıldığı ve evrensel gize ulaşıldığı
andır. Gece biçimlerin yok olduğu, günlük yapılarla ufalanmış, boğulmuş
olanların belirginleştiği andır. Gece benle ben olmayan arasındaki ayırımın yok
oluşudur. Kişi insanlığından sıyrılıp üstün koşullara ulaşır. Evrenle kaynaşıp
gerçeküstü bir nitelik kazanır.”
6) Die Dreigroschenoper (Üç Kuruşluk Opera)
yönetmeni Wilhelm Georg Pabst’ın 1923’te
gerçekleştirdiği ‘Der Schatz’ (Define) adlı filminde dışavurumculuğun tüm özelliklerine
rastlarız: aydınlık-karanlık, gölgelerin önemi, nesnelerin düzenlenişi,
abartılı bakışlar, biçimini yitiren çizgiler, süse karşı gösterilen özel
eğilim, ateşin estetiği (ergime ve yangınla sonuçlanan bölümler), özekten
(concentique) değirmi (circulaire) bir
yapı…
Keza Paul Leni de, ‘Das Wachsfigurenkabinett’ (Balmumu görüntülerin hücresi) filminde dışavurumculuğun tüm öğelerini uygular ve oyuncusunu doğal olmayan bir şekilde yürütür. Oyuncu Veild iki büklüm olmak, eğilmek, köşegen bir şekilde doğrulmak zorunda kalır. (Paul Leni, Freddy Buacche, s.29).
Bu
akım sanatçının ‘sahte gerçeklerin’ ve görüntülerin baskısından kurtularak olgu
ve nesnelerin ‘sonsuz anlamlarını’ ve özünü kavraması gerektiğini savunur.
Gerçek olan bu olguların iç görünümleridir. Dışavurumcular, en çarpıcı
anlatışın estetiği sayesinde insanlığa değgin özellikle öz deşecek olan
evrensel yaşamı keşfedeceklerine inanırlar. Gerçeği yaratan insandır.
Eisner
incelemesinde dışavurumculuk akımının köklerini 1914 Almanya’sının içinde
bulunduğu koşullarda arar ve o dönemi şöyle betimler; “Alman düşüncesi emperyalist yıkımını zorlukla kabullenir, en
uzlaşmazlar devrimci bir eylemle toparlanmak isterler, ancak bu örgütlenme
girişimi bastırılır. Bu bulanık hava tüm değerlerin yitirilmesine yol açar,
enflasyonla son kertesine ulaşır”.(age. sh.4)
Sigmund Kracauer, ‘From
Caligari to Hitler: A Psychological History of the German Film’
(Caligari’den Hitler) adlı incelemesinde dışavurumcu filmleri savaş yenilgisi
sonrası Almanya’sının kabuğuna çekilmesini simgelediğini belirtir. “Burjuva toplumunun üyelerinin demokratik ve
toplumsal alanda kendilerini güçsüz görmeleri sado-mazoşist eğilimlere, her
şeyi yok etmeye karşı belli bir çekicilik duymaları sonucu ya alçak gönüllü bir
boyun eğmeye ya da hınç dolu bir şiddete yol açmıştır. Sonuç olarak gerçeküstücülük
burjuva sınıfının içinde bulunduğu hastalıklı durumun, bunalımın bir yansıması
olmaktadır. Dışavurumculuğun başarısı ise geleneklerin yadsınması ile insan
gücünün toplumu ve doğayı biçimlendirebilmek yetisine karşı olan inancını
pekiştirmesinde görmek gerekir”(s.68).
Fredd Bauche ise,
nasyonal sosyalizm ile dışavurumculuk arasında belli bir ilişki görür ve pek az
sanatçının bu tuzağa düşmediğini belirtir. Romantizmden miras kalan dini inanç
ile savaş yenilgisinin yol açtığı bir tür nihilizme, Almanya’da ilerici,
sosyalist ve enternasyonaliz bir düşüncenin ürünü olan bir başkaldırma eğilimi
de eklenir. Hegel’den Marx’a doğru gelişen belli bir düşünce
akımının sonuçları gözden uzak tutulmaksızın, bu olgunun nedenleri endüstriyel
gücün gelişimi ve aristokrasinin egemenliğinin giderek silinmesi,
imparatorluğun içinde kentlileşmenin yaygınlaşması ile açıklanabilir.
1918’den
sonra zengin bir oligarşi sınıfı ile sefalet içinde bulunan yığınlar arasında
derinleşen çelişki giderek belirginleşir. Enflasyon lümpen işçi sınıfının
giderek çoğalmasına yol açar. Bu çelişkili durum kişilerin tanrılaştırılmış bir
öznelcilik ile militarizm arasında bölünmesine neden olur. Sanatçıların birçoğu
bu katı seçimi önlemek ve bir dengeyi sağlayabilmek adına karşıt duygu ve
isteklerinin bileşimi olarak gördükleri ‘nasyonal sosyalizm’ sözcüğünün
kapanına düşerler. Aralarından pek azı Brecht
ve Grozz gibi bu düşüncenin kurbanı
olmaktan kurtulur. (Paul Leni, Freddy Bauche, s.118)
Özetlersek
dışavurumcu akım olarak tanımlanan ve sinemada görüntünün plastik özelliklerine
ağırlık veren görüşe göre;
· Sanatçı,
sahte gerçeğin ve görüntülerin baskısından kurtularak olgu ve nesnelerin sonsuz
anlamlarını ve özelliklerini kavramalıdır.
· Gerçek
olguların iç görünümleridir. Amaç dış dünyanın nesnel olarak kavranması değil
iç dünyanın dışa vurulmasıdır.
· Çünkü
gerçeği yaratan insanlardır ve egemen olan madde değil, maddeyi
biçimlendirmekle görevli olan düşüncedir.
· Bu
nedenle de en anlatımlı (dışavurumcu) anlatışın estetiği sayesinde, insanlığa
değgin öznelliklerle özleşecek olan yaşamın anlamı ortaya konmalıdır.
Dışavurumculuk, izlenimciliğe tepki olarak gelişen bir
akın olmasına karşın temelde aynı idealist sinema görüşünün bir ürünüdür. Dış
dünyayı nesnel bir şekilde kavrama çabası yerini iç dünyanın dışa vurulması
yöntemini ön plana çıkararak toplumdan kaçışı yeğlemiştir. Dışavurumcuların,
‘sahte gerçeklerin’ baskısından kurtulmak, nesnelerin ‘sonsuz anlamlarını’ ve
özünü kavrama çabaları toplumdan kaçış istemlerini dile getirmektedir.
C. KURGUYA ÖNCÜLÜK TANIYAN GÖRÜŞ
André
Bazin ve diğer bazı sinema tarihçilerinin doğrultusunda bir sınıflandırma
zorunlu olarak ‘kurguya öncülük tanıyan’ sinemacı ve düşünürlerin de ‘görüntüye
ağırlık veren’ sinemacılar arasında ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.
Bazin’in gerçekçilik anlayışı çerçevesinde kalındığı sürece, kurgunun perdede
temsil edilen nesneye olumsuz yönde katkıda bulunduğu ve bu nesnenin gerçeğe
uygunluğunu bozduğu savunulabilir.
Lumiére’den Rouche’a kadar uzanan ve gerçekçi
akımın içinde yer aldığı belirtilen dönemin Sovyet sinemacısı Dziga Vertov’un gerek yapıt, gerekse
kuramsal yazılarında da kurguya son derece önem verdiği ve kurguyu sinemanın
temel bir öğesi olarak gördüğü açıktır. Ancak biz Bazin’in bu bakış açısı ile
içine düştüğü çelişkinin nedenlerine değinmeden kurguya öncülük tanıyan sinemacılar
arasında yer alan Sergey Ayzenştayn,
Pudovkin ve Macar asıllı sinema düşünürü Bella Balazs’ın görüşlerini bu bölümde aktaracak, Dziga Vertov’u
ayrı bir başlık altında ele alacağız. .
a-
SERGEY
AYZENŞTAYN
Sergey Ayzenştayn
S a- Sergey Ayzenştayn, sinema
çalışmalarının yanı sıra deneme ve eleştiri türünden yazılar da kaleme almış ve
bunlar Moskova’da İskustvo Yayınevi tarafından ‘Seçme eserler’ adıyla altı
ciltte toplanmıştır. Türkiye’de yönetmenin ‘Potemkin Zırhlısı’, ‘Korkunç İvan’,
‘Aleksandr Nevski’ ve ‘Ekim’ filmleri Sinematek’te gösterilmiştir. Altı ciltte
toplanan yazılarından ise pek azı dilimize çevrildi. Bu alanda en önemli kaynak
her sayısında Sovyet sinemacısının yazılarına yer veren Çağdaş Sinema dergisidir. Dilimize
çevrilen ve 1958 yılında Moskova’da yayınlanan ‘Bir sinemacının düşünceleri’
adlı kitabı ise Ayzenştayn’ın ilk dönem düşüncelerini yansıtmaktan oldukça
uzaktır ve tek başına değerlendirildiğinde yanıltıcı bir özellik taşımaktadır. Ayzenştayn’ın
ölümünden sonra yayımlanan bu kitabın Kruşçev
revizyonizminin egemen olduğu bir dönemde ve bu görüş doğrultusunda
derlendiğini ve ‘kurgu’ başlığını taşıyan en önemli bölümünün ise oldukça
kısaltılarak dilimize aktarıldığını belirtelim.
Sanat her zaman çatışmadır
Yönetmene
göre; “ sanat alanında dinamiğin
diyalektik ilkesi çatışma içinde somutlaşır. Çünkü sanat a) toplumsal işlev b)
doğası c) yöntem bilimi bakımından her zaman çatışmadır. Toplumsal koşullanma
ile var olan doğanın çelişkileri birlikte ele alınmadığında sanatın yöntembilimi
aynı çelişki kurallarına bağlanır. Yaratılacak olan ritmin ana kuralı ve
sanatsal biçimin başlangıç noktası burasıdır. Sanat yöntembilimi gereği daima
çatışmadır ”. (Çağdaş sinema, Sinematografik biçimin diyalektiği, ,sayı 7,
s.59)
Sinematografi her şeyden önce
kurgulamadır
Diğer
sanat dallarına da giren ve önem kazanan kurgu kavramının ününü Sovyet
sinemasına borçlu olduğu bir gerçektir. Sergey Ayzenştayn ilk kuramcısı ve
uygulayıcısı olmamasına karşın bu konuya en fazla eğilen sinemacılardan biri
olmuştur. 1929 yılında kaleme aldığı ve ‘Japon Sineması’ adlı kitabına önsöz
olarak hazırladığı yazısında şöyle demektedir: “Sinematografisi olmayan bir sinema olamaz. Sinematografi ise her şeyden
önce kurgulamadır”. (Çağdaş Sinema, sayı 4, s. 57)
‘Bir
sinemacının düşünceleri’ kitabında yer alan yazısında ise kurguyu sinemanın
temel bir öğesi olarak görmekten kısmen vazgeçer ve onu yardımcı bir unsur
olarak nitelendirir: “Sinemada bir
zamanlar kurgunun ‘her şey’ demek olduğu ileri sürülürdü. Bugün ise kurgu bir
‘hiç’ olarak görülüyor. Biz kurgunun ne her şey, ne de bir hiç olduğu
görüşlerine katılıyoruz. Sinema sanatının önemsenmesi gereken bir öğesidir
kurgu. Kanımca kurgu seyircinin etkilenmesini sağlayan belli başlı yardımcı
unsurlardan biridir”. (age. s.42)
1945
yılında ise ‘Filmlerim ve ben’ başlıklı yazısında yine bu konuda görüşünü
değiştirmişe benzer: “İlim, ölçü
birimlerini araştırıp bunları uygulamaya geçirir. Öyle ise sanatın değerini
ölçecek birimi araştırmaya başlayalım. Fiziğin iyonları, elektron ve nötronları
var. Sanatın göstergesi de kurgu olmalı”. (age. s.22)
Aynı
yazıda nasıl yönetmen olduğunu açıklarken babadan kalma mühendislik mesleği
yolundaki çabalarının ve matematik sınavlarını başarı ile sonuçlandırmasının
sanatta akılcı bir görüş izlemesine büyük katısı olduğunu belirtikten sonra
Moskova’ya gidebilmek için Akademi’nin Doğu Bölümüne yazıldığını ve bine yakın
Japonca kelime ve bir sürü anlaşılmaz Hiyeroglif ezberlemesinin boşa
gitmediğini, bunları kurgu alanında uyguladığını ileri sürer. (age. s.14-15)
Sinemanın özgül sorunları
çözümlenmeden kurgunun doğası anlaşılamaz
Yönetmene
göre, Sovyet filmlerinde sinemanın can damarı olarak gelişen kurgunun doğasını
ortaya çıkarmak, sinemanın özgül sorunlarını çözümlemek demektir. Diğer bir
deyişle, kurgu ile sinemanın özgül sorunları arasında doğrudan bir ilişki
vardır ve sinemanın özgül sorunları çözümlenmeden kurgunun doğası anlaşılamaz.
Ayzenştayn, kurguyu çekimlerin tek tek, tıpkı
yapı taşlarını üst üste dizer gibi anlatma aracı olarak nitelendirilmesini
yanlış görür. Ona göre bu türden bir anlayış mekanik olarak parçama
işlemlerinin kurallaştırılması anlamına gelir. Bu konuda Pudovkin’i eleştirir:
“ Kuramcı olarak Pudovkin’in bile
paylaştığı bir tanıma göre, kurgu bir düşünceyi tek tek çekimlerin yardımı ile
geliştirme aracı sayılmaktadır; epik kuraldır bu. Benim düşünceme göre ise
kurgu birbirinden bağımsız, hatta birbirine karşıt çekimlerin çatışmasından
doğan bir düşüncedir, yani dramatik kural”(age. sh.60).
Hiyeroglif ve entelektüel sinema
için bir çıkış noktası
Ayzenştayn’a göre dil sinemaya resimden daha
yakındır. Ve bu noktada yönetmenin hiyerogliften ne denli etkilendiğini,
yukarıda aktardığımız sinemanın özü ve kurgusu konusundaki görüşleriyle bu yazı
türü arasında ne denli bir yakınlaşma ve benzerlik gördüğünü şu alıntılarla
belirlemeye çalışalım:
“ Kapı
ile yan yana resimlenmiş kulak = dinlemek; köpek ve ağız = havlama; ağız ve
çocuk = haykırmak; ağız ve kuş = ötmek; bıçak ve yürek = kader ve böylece devam
eder. Ama bu gerçek bir kurgulamadır. Evet, tamı tamına sinemada yaptığımız şey
budur. Tekil anlamlı tanımlayıcı çerçeveleri (çekimleri) zihinsel bağlamlar ve
dizeler olarak bütünleştirmek…” (Sinematografik ilke ve ideogram, Çağdaş Sinema,
sayı 5/6, s.58).
Yönetmene
göre Çince ve Japoncada olduğu gibi somut bir kelimenin yanına konan bir başka
somut sözcük soyut bir kavrayışa yol açabilmektedir. Bu yöntem entelektüel
sinema için bir çıkış noktasıdır. (7)
7)Ayzenştay’ın entelektüel sinema gibi soyut kavramlara verdiği önemi tüm yaşamı boyunca sürdürmüştür. “ Soyut düşünceye eylemin somutluğunu, bir takım spekülatif formüllere nesnel bir varlık ve nesnelerin tarafsızlığına da ideolojik formüllerin açıklığını kazandırmak gerekir” (Görüşler, 1929, Yeni Dergi, sayı 72, s.2019). 1928 yılında ‘Kino’ dergisinde yayınlanan yazısı ise sanata egemen olan diyalektiğe ve çatışma ilkesine yüklediği anlamın anlaşılması açısından ilginçtir: “ Oyun olan ve oyun olmayanın yanında/ İki kişi kavga eder – Haklı olan üçüncüdür/ Bu sırada ringde: Oynayan- oynamayan/ Bu demektir ki üçüncünün hakkı vardır/ Oyunun dışında kalan… Sinemada bu anlayış her ne kadar kesin bir terminoloji ile belirlenmemiş ise de kurallar kendi temelleri üstünde oluşur. Zamanında ‘oyun olmayan’ kuramsal yenilik, konuyu olguya dönüştürmüştür. Yanılsamayı maddeye. Estetiğin fetişizmi yerini maddenin fetişizmine bırakmıştır”. Ancak maddenin fetişizmi ‘materyalizm’ değildir. Madde fetişizmi her şeyden önce ve her şeye karşın bir fetişizm olarak kalmaktadır. Maddenin egemenliği sorunu maddeye karşı bir tapınmaya dönüştüğünde artık sonudur maddenin. Ve karşı slogan altında yeni bir sayfadır çevrilmesi gereken: Maddenin hor görülmesi” (Yeni Dergi, sayı 78, sh.183).
Keza
bu yöntem (kavram- formül) zenginleştirilince bir görüntü biçimine dönüşür. Ayzenştayn, bu konuda basit kurgu cümlecikleri
olarak nitelendirdiği Japonların az ve özcü taslaklardan, şiirlerinden örnekler
gösterir: “ Bir yalnız karga/Yapraksız
dalda/ Sonbahar akşamında. BASHO”
Bu örnekler yönetmene göre kurgu
cümlecikleri sayesinde madde türünden iki, üç ayrıntının basit bileşimlerinden
bir başka türe, psikolojik alana ait tam bir anlatıma ulaşılmaktadır: “ Nesnelerin kendilerine uygun, gerçek
(mutlak) oranları içinde anlatılması tutucu biçimsel mantığa verilen bir
haraçtır sadece. Eşyanın değiştirilemez düzenine boyun eğmek demektir. Pozitif
gerçekçilik hiçbir şekilde doğru kavrayış biçimi olamaz”. (8) (age.s. 62)
Çerçeve kurgunun bir öğesi değil bir
hücresidir
Ayzenştayn, sinemanın özüyle ilgili görüşleri
doğrultusunda eski filim öğretisi olarak tanımladığı anlayışın kurgu konusunda
savunduğu görüşleri de eleştirir. Ona göre; “Bu eski anlayış kurguyu salt bir selüloid parçası, çerçevenin uygun bir
ritimde diğer selüloid parçalarına eklenmesi olarak görür. Yani çerçeve
kurgunun bir öğesidir. Böylesi bir yaklaşım diyalektik gelişmeyi, evrenin
diyalektik doğasını göz ardı ederek insanı evrimci mükemmelliğe mahkûm etmeye
çalışır. Çerçeve hiçbir şekilde kurgunun bir öğesi değildir. Çerçeve kurgunun
bir hücresidir. Ve çerçeveden diyalektik bir sıçrama ile kurgulamaya geçilmiş
olunur”. (age, s.63)
Bu durumda yönetmen kendi kendine şu
soruyu yöneltir: “ Öyle ise kurgu ve buna
bağlı hücresi, diğer bir deyiş ile çerçeveyi belirleyen nedir? Çatışma!..
Çerçeve kurgunun hücresi olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ise çelişki açısından
da ele alınmalıdır”. (Çağdaş Sinema, sayı 5-6, s.63-64)
Çerçevenin içindeki sinematografik
çelişkiler
Ayzenştayn, bu çelişkileri söyle sıralar: a-
grafik doğruların çelişkisi, b- düzlemlerin çelişkisi, c- hacimlerin çelişkisi,
d- alan derinliklerinin çelişkisi, e- ışık çelişkisi, f- ritim çelişkisi, g-
içerik ile bakış açısı arasındaki çelişki, h- içerik ile bunun uzaysal doğası
arasındaki çelişki (mercek aracılığı ile elde edilen optik deformasyon), h-
olay ile bunun zamansal doğası arasındaki çelişki (hızlı ve yavaş çekim
kullanılarak elde edilir). (Bkz. Çağdaş Sinema, sayı 7, s. 63-66 ve sayı 5-6,
s. 64-65).
Görsel- işitsel sürüm
Diğer bir çelişki olan optik ve
akustik deneyimlerin çatışmasından ise sesli sinema ortaya çıkar. Ayzenştayn bu olguyu görsel- işitsel karşı
sürüm olarak nitelendirir. Yönetmen, Japon sinemasına önsöz olarak 1929 yılında
kaleme aldığı yazısında, sesli filimde akustik ve optik arasındaki çelişki
sorununa değinmekte, ancak bu konuda herhangi bir çözüm önermemektedir.Ne var
ki aynı yıl ‘Sesli sinemanın geleceği’
ile ilgili olarak Sergey
Ayzenştay, Grigori Aleksandrof ve
Vsevolod Pudovkin tarafından birlikte kaleme alınan bildiride, uzun süredir
özlenen sesli sinema ülküsünün Amerikalıların konuşmalı film tekniğini
bulmaları ile gerçeğe dönüştüğünü, ancak bu
teknik ilerlemenin hatalı kullanımı ile sinema
8) Sovyet yönetmeni
aynı yöntemin Japon resim sanatının en yetkin örneklerinde de uygulandığını
belirtmektedir. Örneğin Sharaku’nun oyma maskelerinde ve portrelerinde ruhsal
anlatımın özü tekil öğelerin oranlamasında ölçüt olarak ele alınmaktadır.
sanatının ifade gücünün
sıfıra indirgendiğini belirtikten sonra şu görüşe yer vermektedir: “ Gelecekte sesli sinemanın seyircinin
ilgisini daha fazla çekmesi olasıdır. Bu durumda daha kolay
gerçekleştirilebilecek ve seyirciye sunulacak bu metanın sömürülüşüne tanık
olacağız. Bu kullanımı ile sesli sinema kurgu sanatını yok edecektir.
Fono-filmin ilk deneyleri görsel ve işitsel imgelerin rastlaşmamasına yönelik
deneyler olmalıdır. Teknik buluş sinema tarihinde rastlantısal bir olgu
değildir. Sinematografik öncülüğün doğal olarak vardığı yerdir. Bu sayede başka
yönden aşılması imkânsız bir dizi engelin üstesinden gelmek mümkün olacaktır.
Birinci engel filmin ritmini yavaşlatan açıklayıcı yazılı sahnelerin (9)
yarattığı karmaşadır. Konuların temaları günden güne zenginleşmiş ve bunları
sadece biçimsel yollarla çözme girişimleri ya başarısız kalmış ya da anlaşılmaz
bir sembolizme kaymıştır. Gerçek işlevi içinde ele alındığında, diğer bir
deyişle kurgunun görsel imgelerden bağımsız yeni öğesi olan ses, görsel yollardan
bir çözüm bulmanın imkânsızlığı yüzünden yapımın karşılaştığı karmaşık
sorunların çözümü için son derece etkili bir yöntem olarak yerini almıştır”. (Çağdaş
Sinema, sayı 8, s.92-93).
Ayzenştayn geçmişin muhasebesini yaparken
sanat tarihi sürecinde kurgu yöntemlerinin iniş çıkışlar grafiğini
incelediğinde toplumsal durağanlık dönemlerinde, sanatın her şeyden önce
gerçeği yansıtmaya özen gösterirken kurgunun yazısının kaçınılmaz olarak
silindiği görüşündedir. Buna karşılık gerçeğin parçalanması, inşası ve yeniden
yapılandırılması döneminde gittikçe daha açık tanımlanabilen, organik olarak
birbirini doğuran bir kurgu türüne geçilir. Böylece seyircinin algıladığı
metrik kurgudan, ilkel, duygusal olarak nitelendirilen ritme geçişi sağlanır.
Çekimin uzunluğu ile çerçevedeki hareket arasındaki çatışma, melodik duygusal,
ritmik ilkelere yönelir. Sonuçta ‘overtonal’ kurgu, ton dışı kurgu ile görüntü
karesinin baskın temel tonu arasındaki çatışmadan doğmaktadır.
Yönetmen, tonun bir ritm düzeni
olduğu görüşünü savunduktan sonra daha yüksek bir kurgu sınıflandırmasından söz
etmekte yarar gördüğünü ifade eder ve entelektüel kurgu olarak adlandırdığı bu
kurgu türünün yalnız fizyolojik ton dışı seslerin genel kurgusu olmadığını,
aynı zamanda entelektüel nitelikteki seslerin ve overtonların da kurguya eşlik
eden entelektüel dürtülerin çatışma/çakışması olduğunu belirtir.(10)
Kurgunun biçimsel ayırımları
Ayzenştayn’a göre kurgunun biçimsel ayırımları
şunlardır:
· Metrik kurgu: Bu kurgu
türünün temel ölçütü parçaların mutlak uzunluklarıdır. Parçalar uzunluklarına
göre, müzik ölçülerinin karşılığı olan bir şema denklemi içinde
birleştirilirler. Sonuç bu ölçülerin yenilenmesi ile elde edilir. Bu tür metrik
kurguda çerçevenin içeriği, parçanın mutlak uzunluğuna bağlıdır. Bu nedenle
sadece parçanın baskın içerik özelliği dikkate alınır, bu çerçeveler eş anlamlı
sayılırlar. (11)
(9)Sinemanın sessiz
olduğu dönemde filim sekansları veya görüntülerin arasına açıklayıcı kartonlar
konmakta idi.
10) Ayzenştayn entelektüel kurgunun büyük önem
taşıdığı kanısındadır: “Entelektüel
sinema, fizyolojik ve entelektüel overtonların çatışma/çakışmasını
çözümleyebilecek yetenekte bir sinema olmalıdır. Tümüyle yeni bir sinema biçimi
yaratmak, bilim, sanat ve sınıf bilinci arasında bir sentez kurmak sinemanın
geleceği açısından önem taşır.”. Yönetmen bu tür kurguya örnek olarak
‘Ekim’ filmindeki ‘Tanrılar’ bölümünü gösterir. Bu bölümde Tanrı kavramı
seyirciyi kökenlerine doğru geri götürerek bu gelişmenin entelektüel bir
düzeyde kavranmasını sağlar. (Kurgu yöntemleri, Çağdaş Sinema, sayı 1, sh.
57-66).
(11)Yönetmene göre benzer ölçüler psikolojik etki
yaratmazlar; “Çünkü basit dizi
kurallarına ters düşerler. En güçlü etkinliği sağlamak için açık izlenimler
yaratan basit ilişkiler gereklidir. Dziga Vertov’un ‘On birinci yıl’ filminde
metrik ölçüler öylesine matematiksel girift bir yapı içindedir ki kullanılan ornatılama
denklemleri ancak cetvel ile ortaya çıkabilmektedir”.
·
Ritmik
kurgu: Bu
kurguda gerçek uzunluk metrik bir denkleme göre parçanın matematik olarak
saptanmış unsurları ile çakışmaz. (12)
· Tonal kurgu: Ritmik kurguda
gerçek uzunluk çerçevenin iç devinimidir. Çerçevedeki bu hareketler, hareket
halinde olan nesneler ya da hareketsiz bir nesnenin hatlarında gezinen seyirci
gözü olabilir. Tonal kurguda hareket en geniş anlamı kazanır. Buradaki hareket
arayışı kurgu parçasının tüm sürtüşen unsurlarını kapsar. Kurgu, parçanın
‘duygusal sesinin’ belirgin özelliği üstüne kurulur; parçanın genel tonudur. (13)
· Overtonal kurgu: Overtonal
kurgu yönetmene göre tonal kurgu doğrultusunda organik ve mantıklı gelişmenin
en son aşamasıdır. Tonal kurgudan ayırt edilebilmesi için parçanın çağrıştırıcı
tüm niteliklerinin hesaplanması gerekir. Bu özellik izlenimi duygusal bir renk
farklılığından dolaysız psikolojik bir algılamaya götürür.
Ayzenştayn’a göre bu dört sınıflandırma içinde
ele alınan kurgu yöntemleri karşılıklı bir ilişki içinde birbirleri ile çatışma
içinde bulunduklarından kurgunun gerçek ve kendine özgü yapılarına dönüşürler.
Görüntü müziği ve duygusal tepkiler
Ayzenştayn’ın kuram ve yapıtlarında kurguya
verilen önemin sonucu olarak sinemada vazgeçilmez bir özellik olarak beliren
‘duygusal tertip’ büyük bir önem taşır. Ve saf duygusala yaklaşım yöntemi
olarak müziğe en yatkın unsur görüntüdür.
Ayzenştayn’ın duygusal tertiplere verdiği önem
geleneksel sinemanın bu konudaki tutumu ile bağdaşmamaktadır. Yönetmene göre; “
sinemanın geleneksel betimleyici biçimi
şekilci bir film mantığına yol açmaktadır. Geleneksel sinema duyguları
yönlendirirken, entelektüel sinema aynı zamanda düşünce sürecini yönetme
olanağı ve cesaretini vermektedir”. ( Sinematografik biçimin diyalektiği,
Çağdaş Sinema, sayı 7, s.73)
Ve
bunun sonucu olarak önümüzdeki aşama “geleneksel
sınırlamalardan kurtarılmış, doğrudan düşünce, sistem ve kavramlardan yola
çıkan, geçişlere, ara sözcüklere gerek bırakmayan arı, entelektüel bir
sinemadır… Sanatın bilimle sentezi”.(age, s.7)
Böylece
ortaya yeni bir kavram çıkmaktadır: ‘betimleme’. Ancak sinemacının bu konudaki
görüşlerine değinmeden önce ‘görüntü müziğine’ ilişkin görüşlerini aktarmaya
çalışalım. Yönetmen, sessiz sinemada müziksel gelişimin, görüntülerin yapı ve
kurgusu tarafından gerçekleştirildiğini belirtikten sonra müziğin niye zorunlu
olduğu sorusunu ortaya atmakta ve soruyu şöyle yanıtlamaktadır: “Bunun nedeni bana çok belirgin geliyor.
Etkinliği artırmak için farklı olanaklarla ifade edilemeyen her şeyi duygusal
bir bağlamla eklemek gerekir". (Görüntü müziği ve karşı sürüm
kurgusunun geleceği, Çağdaş Sinema, sayı 8, s.65)
(12)Yönetmen bu tür
kurguya örnek olarak ‘Potemkin Zırhlısı’ filmindeki Odesa merdivenleri bölümünü
gösterir. Bu bölümde merdivenleri inen askerlerin ayak vuruşları tüm metrik
denklemleri bozmuştur. Kurgunun vurgusuna eşzaman (senkronize) olarak
bağlanmayan bu ayak vuruşları… Ayzenştayn’a göre her defasında tempo dışı
kalır ve askerlerin her çerçevesi yeni bir çözüm getirir. Gerilim azami noktaya
ulaştığında, merdivenleri inen ayakların ritmi diğer bir ritme, merdivenlerden
akıp giden bebek arabasının ritmine dönüşür.
(13) Ancak yönetmen
tonal kurguda parçanın duygusal sesinin izlenimci bir şekilde ölçülmemesi
gerektiğini de belirtmektedir. Ayzenştayn, bu tür kurgulama yöntemine örnek
olarak ‘Potemkin Zırhlısı’ filmindeki Vakulinçuk’un ölüsü etrafında toplu yas
tutulması bölümünden sonra gelen sis bölümünü gösterir. Bu bölümde kurgu
özellikle parçaların duygusal sesi üzerine kurulmuştur. Mekân değişikliklerine
yol açmayan ritmik titreşimler, suyun hareketi, demirli teknelerin ve
şamandıraların hafifçe sallanışları, yavaşça yükselen sis, suya hafifçe konan
martılar tonal kurguya örnek oluştururlar. .
Betimleme ve betimlenene karşı
tavır
Ayzenştayn’ın ‘betimleme’ konusundaki
görüşlerini en iyi yansıtan yazı 1945-1947 yılları arasında kaleme aldığı
‘İlgisiz olmayan doğa’ başlıklı bitmemiş çalışmasında yer alan bir incelemedir.
Yönetmen soruna şu şekilde bir yaklaşımda bulunur: “ Perdede hüznünü betimlememiz gerektiğini farz edelim. Genel olarak
hüzün diye bir şey yoktur. Hüzün somuttur, tematiktir. Hüzünlü olan filim karakterlerinin
ise taşıyıcıları vardır, seyirci de hüzünlü şekilde betimleniyorsa tüketicileri
vardır. Bütün betimlemelerde hüznün bulunması zorunlu değildir. Yenilen
düşmanın üzüntüsü, yenenle dayanışma içinde bulunan seyircide sevinç uyandırır.
Bu çocukların bile bildiği saptamalardır, ancak bir sanat yapıtının
oluşturulmasının en karmaşık sorunlarını içerir. Betimlemeye
karşı tavrımız betimlenenin gösteriş biçimi ile ortaya çıkacaktır. Ve o anda
biçimlendirmenin nesnesiyle birlikte sinemacının, seyircinin onu nasıl
algılaması, duyması ve anlaması istediğini açığa çıkartacak biçimde
hazırlanmasına yarayacak yöntem ve yollar sorunu karşımıza dikilir. Bu olguyu
kompozisyonun görüş açısına yerleşerek izleyelim… Kompozisyon betimlenen
olgunun yapısal öğelerini içerir ve onunla birlikte eserin kompozisyonunun
organik yapısını yaratır. Bu öğeler, her şeyden önce etkisini insani heyecanın
yapısından alır. Bu heyecan durumu da betimlenen şu ya da bu olgunun içeriğinin
duyulması olayına bağlıdır.
'“ Sinema da aynı şekilde insani heyecanların karşılıklı oyununu, insan
duygularını temel alarak yapısal girişimlerini gerçekleştirir ve en karmaşık
kompozisyon yapılarını oluşturur. Sahici bir kompozisyonun gerçekten
heyecanlandırıcı gücünün sırrı burada yatar. İnsani heyecanın yapısından
kaynaklanarak, şaşmaz biçimde içinden çıktığı duyguların tüm karmaşasını ortaya
döker.” (age.s.29-30-31)
Ancak
yönetmen ‘neşeli neşe’ tipinin getirdiği çözüm yerine, örneğin ‘canlandıran
ölüm’ diye tanımladığı yaratıcı, farklı türden durumları ve bu türden temaları
işleme isteğinin varlığını kabullenmekte, ne var ki bu türden temaların
işlenmesi halinde dahi kompozisyonun aynı kalacağı görüşünü ileri sürmektedir.
Yönetmene göre bu durumlarda tek fark kompozisyonu yapılandıran başlangıç
şemasının betimlenene eşlik eden heyecan alanından çok, ilk elde betimlenene
karşı tavrın heyecanında yer almasıdır.
Ayzenştayn betimlemeyle ilgili düşüncelerini
açıklarken Tolstoy, Zola, Maupassant’dan
örnekler getirir.
Sinemasal
söz dizini
Sinema
olgusunu çatışma biçimleri olarak algılayan Ayzenştayn, bu durumun ‘görsel sinema
biçimleri dramaturgisinin yaratılmasının koşullarını düşündürdüğünü belirtir.
Yönetmene göre, film alanına bu bakış açısından yaklaşıldığında, ‘ sinematografik
söz dizini girişimi’ şeklinde tanımlanabilecek bazı sinemasal biçim ve
olanakların belli bir sıralama içinde ele alınabileceğini savunur. Yönetmen bu
bir dizi diyalektik gelişme olanağını şöylece sıralar:
· Devinim
içeren herhangi bir kurgu parçacığı. Daha kompozisyon yok. Adamın biri koşuyor.
Tüfek patladı. Sıçrayan saçılan sular…
· Yapay
olarak elde edilmiş devinim görüntüsü. Yönetmen bu şıkta da ikili bir ayırıma
gider: a- Mantıklı kompozisyon, b- Mantıksız kompozisyon. Her iki kompozisyon
türünü de yalnızca optik hareketlerin kullanıldığı ilkel-fizyolojik uygulamalar
olarak nitelendirir. Kompozisyonun Ayzenştayn’ın filmlerinde, hüzünlü bölümlerde kurgu sayesinde
ritmin monoton şekilde yavaşlaması, ya
Ekim/Ayzenştayn
da çekimin sevinçle parlayan bir ışıklandırama ile çözülmesi gibi derin insani bir boyutu vardır.
· ‘Duygusal
tertipler’ yalnızca gözle görülür çekim elemanlarıyla değil daha çok psikolojik
birliktelikleri ile ortaya çıkar. Birliktelik kurgusu Ayzenştayn’ın deyimi ile bir
konumun duygusal olarak açıklanmasında kullanılan yoldur. Bu durumda uzayda
değil, ama psikolojik alanda konunun dinamikleşmesi, Ayzenştayn’ın deyimi ile
‘duygusal dinamikleşme’ söz konusudur. (14)
· Zaman
ve mekânın tanımlanmasında ilk eylemin özgürleşmesi: Ayzenştayn yukarıdaki durumlarda gerilimin
yalnızca fizyolojik görsel alandan duygusal alana doğru etkisi bakımından ele
alındığı, oysa aynı gerilim-çatışmanın yeni eğilimlere, yani entelektüel
amaçlara ifade olanağı sağlayabileceğine dikkati çekmektedir. (15)
Seyircinin
perde ile kendini özdeşleştirmesi
Ayzenştayn’ın
1939 yılında kaleme aldığı ‘Bir sinemacını düşünceleri’ adlı kitabında yer alan
‘kurgu’ başlıklı yazısında Mayakovski’nin
şiirlerinden ne denli etkilendiğini ve seyircinin perdeyle kendini
özdeşleştirilmesine ilişkin görüşlerini dile getirir.
Yönetmene
göre; Bilinç ve his dünyamıza, bölüm
bütünün, bütün ise görüntünün sayesinde katılır. Kendi dinamizmi içinde sanat
eseri algılayanın duyu ve bilinç dünyasında
(14) Yönetmen zaman ve mekânın
tanımlanmasında iç eylemin özgürleşmesi deneyine ilk kez ‘Ekim’ filminde
giriştiğini belirtikten sonra bu uygulamaya örnek olarak Kerenski’nin,
Bonapartist hayallerine son veren, Kornilov’un darbe bölümünü gösterir. Burada
Kornilov’un tanklarından biri, Kışlık Sarayda, Kerenski’nin masasının
üzerindeki alçıdan Napoleon heykelini ezer. Yönetmene göre bu örnek katıksız
sembolik bir yaklaşımdır.
(15)Yönetmen, ‘Ekim’
filminde, Kerenski’nin Haziran ayaklanması sonunda iktidara yükselişini;
‘Diktatör- Başkumandan- Donanma Bakanı’ alt yazıları eşliğinde yansıtır.
Kerenski’yi Kışlık Sarayda merdivenleri çıkarken gösteren görüntüler ile bu
yazıları kurguladığında komik bir etki elde ettiğini ve entelektüel bir
kavrayışa yol açtığını ileri sürer.
oluşan imajların evrimidir. Bu gerçek her
zaman, her yerde ve sanatın tüm dallarında geçerliliğini korur. Örneğin oyuncu
için önemli olan yaşayarak oynamak, hissedileni sergilemek değil, seyirci
önünde yaşamak ve seyirciye yaşananı yaşatmaktır.(s.47)
Televizyonun önemi ve sinemanın
işlevi
Ayzenştayn,
1946 yılında kaleme aldığı ‘İlgisiz olmayan doğa’ başlıklı kitabının ‘giriş’
bölümünde televizyonun önemine değinir ve bu görsel- işitsel iletişim aracına
ilişkin şu görüşleri ileri sürer; “Televizyon denen ‘mucize’ sesli ve sessiz
filimlerin yarı yarıya çözümlenip benimsenmiş deneylerini paramparça edercesine
güçlü bir gerçekle bizi karşı karşıya bıraktı.
Örneğin kurgu, sinemada görüntünün olağan gelişimi, sanatçının bilinç ve
duyarlılığının katkısı ile şekillenerek pek de başarılı olmayan bir izlenim bırakırken,
televizyonda olayın geçtiği anki görüntü ile özdeşleşiyor.
Duygu
ve düşüncelerini yaşandığı anda seyirciye aktarmakla yükümlü olan oyuncu
televizyon yönetmeni sayesinde ve televizyonun kendi estetik gücünün de katkısı
ile olayı göz açıp kapayana kadar en gerçek ve yaratıcı biçimde seyirciye sunabilecektir.
Yönetmen Sovyetler Birliği ve bütün ülkelerin ilerici düşünürlerinin, dünya
halklarının birbirlerini anlamaları ve birleşmeleri için tüm güçlerini
harcamaları gerektiğini ifade ettikten sonr o güne dek maalesef sinemanın
sunduğu olanakların sömürü düzeyinde harcanmasından ileri gidilemediğinin
altını çizmektedir: “Sanatların ön
safında yerini alan sinema, dünya halklarının birlik ve özgürlük yolunda
giriştikleri kavgaya ışık tutmalıdır”. (s.9-10)
b-
BELA
BALAZS (16)
Balazs, araştırmalarında sinema
dili açısından iki temel öğeye öncelik tanır: çekim ve kurgu.
Baş çekim, sinemayı tiyatrodan
ayıran öğedir. Aynı zamanda sinemanın özgül bir özellik taşımasına yol açar.
Ancak temel işlevi en sınırlı olanaklarla en üst derecede trajik bir etki
yaratabilmesidir. Baş çekim salt küçük evren gibi düşünülen ‘mikrokozm’ insan
olmanın ötesinde tümüyle her tür alan ve maddeden soyutlaşmış bir iç dünyanın
boyutlarına ulaşır. Balazs, ‘Filmin kuramı’ adlı kitabının ‘kişinin yüzünü’
taşıyan bölümünde, baş çekimin, çevresinden soyutlaşmış fizyonominin anlatımını
yeni boyutlara, ruha ulaştırdığını ve bunun da çıplak gözle günlük yaşamda
algılanamayacak olan ve mikro-
Bela
Balazs
16) Bela Balazs 1884
yılında Macaristan’da doğdu. Üç temel kitabı; ‘Görünen adam ve filmin
uygarlığı’, ‘Mavi ışık ruhu’ ve ‘Filmin
kuramı’dır. Sinema düşünürü 1929 yılında Alfred
Riefenstahl ile birlikte ‘Mavi ışık’ adlı filmin senaryosunu hazırladı ve
yönetti. Abel’in yönettiği ‘Narkoz’un senaryosunu kaleme aldı.
17) Bu kuramların
ilkin Ayzenştayn, Balazs veya Pudovkin tarafından mı ortaya atıldığı konusunda
sinema tarihçisi Aristarco,
Balazs’ın kitabının diğerlerininkine göre öncelik taşımakta ise de araştırma
süreci içinde her üçünün aynı ilkelere, aynı zamanlarda ulaştıklarının
söylenebileceğini belirtmektedir. (Sinemanın estetiği, s. 64)
Balazs kuramının uygulandığı en iyi örnek olarak Dreyner’in ‘Jean d’Arc’ını gösterir: “ Bu yüzün fizyonomi belirtisi kendi başına
tam ve anlaşılırdır. Onu zaman ve mekân içinde varmışçasına algılamak zorunda
değiliz. Mekân kavramımız böylece ortadan kalkar ve bir yüzü değil ama bir
ifadeyi algılarız. Heyecanları, mizaçları, istekleri görürüz”. (s.69)
Ancak Balazs’a gör baş çekim gelişi
güzel kullanılmamalı, psikolojik ve dramatik zorunlulukların bir sonucu olarak
önem kazanmalıdır. Sinema düşünürüne göre, ‘ozanca makaslar’ diye tanımladığı
kurgunun anlamı, anlatımın akışı içinde baş çekimlerin bu akışa zarar
vermeksizin yerleştirilmelerini zorunlu kılar. Filmin ritmini oluşturan ve
anlatımın devinimini hızlandırıp yavaşlatan kurgudur. Kurgu ve baş çekim mekânın
tamamını kesimlere ayırdığı gibi akışını da belirler. Böylece özerk bir süre
oluşturur.
Balazs’ın ilk yapıtı olan ‘Görünen
adam’ ve ‘Filmin uygarlığı’ adlı incelemesinde iki tür kurgudan söz eder:
zamandaş kurgu ve bağlamalı kurgu. Bağlamalı kurgu bazı görüntüsel motiflerin
tekrarlanmasından oluşur. ‘Filmin ruhu’ adlı kitabında de kurgunun gücü
konusuna oldukça geniş yer verir: “Şüphesiz
bir çekimi diğer bir çekime bağlamadan da kendi başına bir anlam taşıyabilir.
Bir gülümseme tek bir çekimde de olsa bir gülümsemedir. Ancak bu gülümsemenin
neyle ilişkili olduğu önceki ve sonraki çekimlerle anlaşılabilir” (s.118).
Ana/Pudovkin
Balazs
‘Filmin kuramı’ adlı incelemesinde de kurgunun düşünceye değgin yaratma
konusundaki gücünü inceler; (18) “Dil bir düşünce zincirini sinemanın
başarabildiği şekilde aktarabilme gücünden yosundur. Çünkü dilin kavramsal,
rasyonel özellikleri ortaya koyma olanağı son derece sınırlıdır. Ayrıca
sinemada görüntülerin birbirlerini izlemedeki hızları düşünce çağrışımlarının
gerçek hızına eş bir sürati de sağlama imkânına sahiptir” (s.126).
Ayzenştayn gibi Balazs da kurgunun entelektüel
gücünden söz eder ve Pudovkin’in ‘Ana’ filmiyle ilgili olarak şu görüşü
savunur: “Proleter devrimcilerin ilk
gösterileri ilkbaharda
18) Fridrikh
Ermler’in
‘The Fragment of an Empire’(İmparatorun kalıntıları)
adlı
filimde
geriye dönüş
yöntemiyle hafızasını kaybeden bir askerin zihinsel yöntem ile onu yeniden
nasıl kazandığı gösterilir. Balazs’a göre, hiçbir kelime bu tür art arda gelen
bir düşünce çağrışımını bir filim kadar güçlü sergilemezdi.
sokaklarda gerçekleşir. Bu görüntüleri
ilkin damla damla, sonra bir dere ve bir sel en nihayet de taşan kar sularının
bölümleri izler. İlkbahar suları güneşte aydınlık günlerin bir umudu gibi
ışıldar ve aynı umut işçilerin gözlerinde de sezilir. İşçilerin yüzlerindeki
anlatım güneşin aydınlattığı su birikintilerinin görüntüsü ile kesilir.
Elektrik yüklenmiş nesnelerin birbirlerine değmeleri ile nasıl bir kıvılcım
ortaya çıkıyorsa görüntüler de karmaşık bir içe sızmayı beraberinde getiren
düşünce çağrışımlarının oluşmasına yol açar” (s.126).
Balazs, bulmaca özelliği taşıyan ve
bir tür hiyeroglif dili haline dönüşen kurgu türüne karşı çıkar. Ona göre perde
sanatı zorunlu olarak belli bir düşünceyi kabullendirmeye çalışan bir sanat
değil, telkin edici bir sanat olmalıdır.
Sinema kuramcısına göre, sinemanın
en önemli üçüncü öğesi alıcının yönüdür. Sinema da resim sanatında olduğu gibi
sanat yapıtını nesnel gerçek ile sanatçının kişiliği belirlemektedir. Bu
kişilik sinemada çerçeveleme ve çekim açılarının seçimi ile kendini gösterir.
Her çekim açısı beraberinde zorunlu olarak belli bir düşünce ve duygulanımı
getirir. Sonuç olarak arı bir gerçeklikten söz etmek olanaksızdır. Her şey
içinde bulunmak zorunda olduğumuz durumun kişisel yansımasıdır. Kurguda olduğu
gibi çekimlerin seçimi de belli bir üslubu zorunlu kılmakta ve dünyanın özgün
bir görüşünü açığa çıkarmaktadır. “Alışılmışın
ötesinde çekim açıları, alışılmışın ötesinde koşulların oluşumuna yol açar”.
(Film teorisi, s. 103)
Balazs’ın ses konusunda savunduğu
görüşler, görüntü konusunda savunduğu görüşler ile koşutluk gösterir: “Sesli sinemada ses değişik öğelere
ayrıştırıldığında, kişisel diyaloglar ayrık tutulursa, bu sesler yeni bir düzen
içinde yeniden kurgulanıp, gruplandırıldığında, sesli sinema yeni bir sanat
haline dönüşecektir. Geçmişte, sessiz sinemada, nasıl bir dizi baş çekim
sayesinde etkili olunmakta ise, sesli sinemada da yaşamdan algıladığımız
sesleri belli bir ilişki içine soktuğumuz ölçüde kulağımıza egemen olabilecek
ve izleyiciyi bir ses karmaşası içine sokmaktan kurtarabileceğiz ”. (s.
199)
Sesin dramatik gücü uzun süre
Balazs’ın ilgisini çekti. Aldo Vergano’nun
‘Il sole sorge ancora’(Güneş yine doğacak) adlı yapıtında, bir bölümde, bir
İtalyan papazının Naziler tarafından işkence edilmek üzere götürülüşü
gösterilir. Papaz halkın arasında, ‘Ora
pro nobis’ sözlerini söyler. Halkın arasında birkaç kişi daha ‘pro nobis’ diye yanıtlar. Görüntü bize
sadece papazın ve iki, üç kişinin daha yakın çekimini verirken perdede aynı
sözlerin sel sesinin gürüldemesine eş bir düzeyde yayıldığı duyulur. Bu halkın
algılanan ayaklanmasıdır; bu yalıtılmış simgesel ses artık gerçek değildir. Ses
mitlere değgin bir ortam yaratır, halk ise görünmez”. (Filmin kuramı, s. 203)
Pudovkin gibi Bela Balazs da görüntü
ile sesin ayrışımına büyük önem verir ve bu yöntemi de ‘eşzamanlılık’
(asynchronisme) diye adlandırır. Balazs’a göre ses katmerleştirilmelidir. Etkisi
salt simgeseldir.( age. S.209)
c-
VSEVOLOD
PUDOVKIN (19)
Pudovkin’e
göre; “film sanatının temeli kurgudur”.
Ancak Sovyet sinemacısı ve kuramcısı, kurgu deyiminin her zaman özüyle
yorumlanıp, anlaşılmadığının da akıldan
19) Vsevolod Pudovkin
(1893-1953) ilk kez 1924’te Kuleshov’un
‘Bay Batının Bolşevikler diyarındaki olağanüstü serüveni’ adlı filminin
yönetmen yardımcılığını yapar. ‘Beynin mekaniği’ ve ‘Satranç tutkusu’ adlı iki
belgeselden sonra en önemli yapıtı olan ‘Mat-Ana’yı gerçekleştirir. Nijat Özön tarafından dilimize
çevrilen ve Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanan ‘Sinemanın temel ilkeleri’
adlı kitabı da bu dönemde kaleme alınmıştır. Sinemacının diğer iki önemli
sinema yapıtı ‘Saint-Petersburg’un sonu’ (1927) ve ‘Cengiz Han’ın varisi’
(1928) adlı filimlerdir.
Pudovkin
çıkarılmaması
gerektiğini ileri sürer; “ Bazılarına
göre bu terim film parçalarının birbirlerine eklenmelerinden başka bir anlama
gelmemektedir. Bazı sinemacılar ise hızlı ve yavaş olmak üzere sadece iki çeşit
kurgu tanırlar. Fakat bunlar ritmik kurgunun (diğer bir deyişle kesimde kısa ve
uzun film parçalarının sıralanması ile düzenlenen etkinin) olanaklarının hiçbir
vakit tükenmediğini unutmaktadırlar”.
Pudovkin’e göre; sözcükler ne işe
yararsa, tamamlanmış bir filmin her çekimi de yönetmen için aynı işe yarar.
Filim yönetmeni pelikülleri seçerek, atarak, yeniden ele alarak onların önünde
durur ve bu aşamada ancak bilinçli bir düzenleme ile yavaş yavaş ‘kurgu
cümlelerini’, olayları ve bölümleri bir araya getirir. Bundan da adım adım
tamamlanmış olan yaratma, yani filmi ortaya çıkarma işlevini gerçekleştirir.
Sinemacı için kurgu o denli önemli bir öğedir ki, film için kullanılan
‘çevirmek’ deyiminin dilimizden çıkarılıp atılmasını savunur: “Film çevrilmez, kurgulanır”.
Kurgu temel yaratıcı güçtür. Bu
gücün yardımı ile ruhsuz fotoğraflar (tek tek çekimler) canlılık kazanırlar.
Yönetmen ‘ruhsuz fotoğraflar’ deyimini de şöyle açıklar: “ Bana göre belli bir görüş noktasından alınan ve perdede seyirciye
gösterilen her nesne, alıcı önünde hareket etmiş olsa bile ölü bir nesnedir.
Her hangi bir nesnenin alıcı önünde kendine özgü hareketi henüz ekranda bir
hareket sayılmaz. Böyle bir hareket, çeşitli film parçalarının bir araya
getirilmesi ile sağlanan devinimin, kurgunun yardımı ile oluşumunun ham
maddesinden başka bir şey değildir. Bu nesne ancak başka birçok nesne ile
birlikte düzenlendiğinde, diğer başka görsel görüntülerin bileşiminin bir
parçası olarak kurgulandığında filmsel yaşama kavuşur. Bir sahnenin
çekimlerden, bir ayırımın sahnelerden ve bir makaranın ayırımlardan oluşumuna
kurgu denir”. (Sinemanın temel ilkeleri, s.103)
Belli başlı kurgu yöntemleri
şunlardır:
1) Karşıtlık;
açlıktan ölmekte olan bir insanla zengin bir adamın anlamsız oburluğu…
Pudovkin’e göre bu yöntem son derece sıradan ve yaygındır. Bunun kullanımında
aşırılığa kaçmamak gerekir.
2) Koşutluk:
Ölüme mahkûm olan grevci bir işçinin yargının infazına dek geçen süre içindeki
durumu ile işverenin o süre içindeki yaşantısı türünden birbiri ile bağlantılı
olmayan iki olayın bir paralellik içinde verilmesi bu yönteme örnek olarak
gösterilebilir. Bu yöntem geliştirilmeye açıktır.
3) Sembolizm: Pudovkin bu yönteme örnek olarak Ayzenştayn’ın
‘Grev’ filmindeki işçilerin kurşunlanması bölümünün bir boğanın öldürülmesi ile
desteklendiği sahneyi gösterir.
4) Birlikte
oluş: Bu yönteme özellikle Amerikan
filmlerinde bolca rastlanmaktadır. Son bölüm iki olgunun aynı anda hızlı
gelişmesi ile kurulmakta ve birinin sonu diğerinin sonuna bağlı olmaktadır.
Örneğin gerilimi yaratan şu tür bir meraktır; zamanında yetişecekler mi? Pudovkin
bu yöntemi aşırı derecede kullanılan salt duygusal bir yöntem olarak
nitelendirmektedir; “Temanın tekrarı”.
Pudovkin
kurgu yöntemlerini böylece sıraladıktan ve bu yöntemlerin de kurgunun
zenginliklerini hiçbir zaman tamamı ile içermeyeceklerini belirtikten sonra
incelemesinin ‘Sahnenin kurgusu’ bölümünde omuz çekiminin anlamı üstünde durur:
“ Bu çekim, seyircinin dikkatini, o anda
olgunun akışı içinde önem taşıyan bir ayrıntıya çeker. Geleneksel sinemaya göre
omuz çekimi genel çekimin bir kesitidir. Bu bakış açısı yanlıştır çünkü omuz
çekimi bir kesit değil bütünün bir öğesidir”.
Pudovkin’in
omuz çekimi ile ilgili bu görüşü baş veya ayrıntılı çekim için de geçerlilik
taşımaktadır. Sinemacı şöyle devam eder: “ İşte
burada kurgunun temel anlamına iyice yaklaşmış bulunuyoruz. Kurgunun konusu,
seyircinin dikkatini önce şu, sonra da diğer farklı öğelere yönelterek sahnenin
gelişmesini abartılı olarak göstermektedir. Alıcının merceği gözlemcinin gözü
ile yer değiştirir. Böylece film teknisyeni daha büyük ölçüde açıklık,
vurgulama, canlılık sağlamak için sahneyi ayrı ayrı parçalar halinde çevirir.
Bu parçaları birleştirip göstererek seyircinin dikkatini ayrı ayrı öğelere
yöneltir. Seyirciyi dikkatli bir gözlemci gibi görmeye zorlar”. (Almanca
baskıya önsöz, s.20)
Yönetmene
göre, ‘kurgu, film yönetmeninin dilidir’ ve bir yönetmenin kişiliği ancak kurgu
yöntemleri ile değerlendirilir. Yönetmen, ‘Mat-Ana’ adlı yapıtında, seyircileri
oyuncunun psikolojik davranışı ile değil, kurgu yardımı ile sağladığı plastik
bileşimlerle etkilemeye çalıştığını belirtir.
Pudovkin
incelemesinde senaryo yazarının görsel yönden zengin ve anlamlı plastik
malzemeyi nasıl bulacağını ve kullanacağını bilmesi gerektiğini ileri sürer.
Diğer bir deyişle, senaryo yazarı veya yönetmen yaşamın gözleminden kaynaklanan
sınırsız malzeme yığını içinde düşüncesini görüntülerde en açık ve canlı
şekilde aktarabilecek hareketleri nasıl seçeceğini bilmek zorundadır.
Yönetmenin
en önemli görüşleri kitabının, ‘Film ve gerçek’ başlığını taşıyan bölümünde yer
alır; “ Kurgu kavramının anlaşılmasıyla,
film sanatının gerçek malzemesinin, alıcı merceğinin yöneldiği gerçek sahneler
olmadığı ortaya çıktı. Öte yandan, film yönetmeninin çalışmasını ele alırsak
ham malzemenin, olgunun ayrı ayrı hareketlerinin saptandığı selüloit
parçalarından başka bir şey olmadığı ortaya çıkar. Çevrilmiş olan olgunun
filmsel anlatımını meydana getirmek üzere perdedeki bu görünüşleri yaratan bu
selüloit parçalarıdır. Böylece, film yönetmeninin malzemesi gerçek uzay ve
gerçek zamanda meydana gelen gerçek süreçler değil, fakat bu süreçlerin üzerlerine
kaydedildiği filim parçalarından meydana gelir. Bu selüloit, kurguyu yapan
yönetmenin isteğine boyun eğer. Film yönetmeni, herhangi bir görünüşün filmsel
biçimini meydana getirirken bütün ara noktaları atabilir, böylelikle zaman
içindeki olguyu gereken en yüksek derecede yoğunlaştırabilir”.
Pudovkin
yukarıda aktardığımız gözlemlerin sonucunda, kitabının ‘Filmsel çözümlemenin
mantığı’ bölümünde, şu yargıya ulaşır: “
Filmsel biçim görünüşle hiçbir vakit aynı değildir, ancak onu andırır. Bir olay
ile bunun perdedeki görünüşü arasındaki farklılık filmi sanat yapıtına
dönüştürür”.
Özetlersek;
Kurguya öncülük tanıyan görüşün savunucuları
Ayzenştayn, Balazs ve Pudovlin’e göre;
· Film sanatının temel öğesi kurgudur:
a- Balazs’a göre kurgu filmin ritmini
oluşturur ve anlatımın devinimini hızlandırıp yavaşlatır. Zamandaş ve bağlamalı
olmak üzere iki kurgu türü vardır.
b- Pudovkin’e göre, kurgu olanakları hiçbir
zaman tükenmez ve pek çok kurgu yöntemi mevcuttur: karşıtlık, koşutluk,
sembolizm, birlikte oluş, temanın tekrarı gibi.
c- Ayzenştayn’a göre ise kurgunun biçimsel
ayırımları şunlardı: metrik, ritmik, tonal, overtonal, ve entelektüel kurgu.
Yönetmene göre, ton bir ritim düzeyi olup entelektüel kurguda aynı zamanda
seslerle overtonlarının kurgusu söz konusu olmaktadır.
· Kurguda öncülük taşıyan görüş doğal olarak
baş ve ayrıntılı çekimlere büyük önem verir
a- Balazs’a göre, baş çekim, her türlü alan
ve maddeden arınmış bir dünyanın boyutlarına çıplak gözle, gündelik yaşamda
algılanamayacak ruha ulaşır. Eti, kemiği olan bir yüzü değil, bir ifadeyi
algılarız. Heyecanları, mizaçları, istekleri görürüz. Ekran sanatı zorunlu
olarak belli bir düşünceyi kabullendirmeye çalışan bir sanat değil öncü bir
sanat, bir simgecilik sanatı değil telkin edici bir sanat olmalıdır.
b- Pudovkin’e göre, baş çekimin amacının,
seyircinin dikkatini şu veya bu öğeye yöneltmek, seyirciyi dikkatli bir
gözlemcinin gördüğü gibi görmeye zorlamaktır.
c- Ayzenştayn ise insan ifadesini hiç bir zaman
dinamik bir süreç saymayan kavrayışın her şeyi ruhsal açıdan değerlendirdiğini
ve bu bakış açısının idealist düşünce ve kavramları benimsemediğini belirtir.
· Kurgu ve baş çekim mekân ve zaman
kavramını ortadan kaldırır, daha doğrusu kesimlere ayırır ve özgün bir süre ve
mekân oluşturur.
a- Balazs’a göre alıcının yönü (çerçeveleme
ve çekim açılarının seçimi) sinemanın önemli bir öğesidir ve gerçek nesnel ile
sanatçının kişiliğinin öznel niteliğinin bileşimini sağlar. Arı bir
gerçeklikten söz etmek olanaksızdır. Her şey içinde bulunmak zorunda olunan
durumların kişisel yansımasıdır ve böylece dünyanın özgün bir görünüşü ortaya
çıkmaktadır.
b- Pudovkin’e göre de, film yönetmeninin
malzemesini gerçek uzay ve gerçek zamanda oluşan gerçek süreçler değil, bu
süreçlerin üzerine kaydedildiği
selüloit
parçaları oluşturur. Böylece filmsel biçimin görünüş ile hiçbir zaman aynı
olmadığı ancak onu andırdığı apaçık ortaya çıkar. Bir olay ile bunun perdedeki
görünüşü arasında göze çarpan başkalık filmi sanat yapan öğedir.
c- Ayzenştayn’a göre, filmi sanat yapan öğe doğasıdır. Çünkü sanat,
doğasından ötürü, yaratıcı eğilim ile doğal varoluş arasındaki çatışmadır. Tek
amaçlı girişimin aşırı büyümesi, yani akılcı mantığın kurallarının uygulanması
sanatı matematiğin kemikleşmiş kalıplarına sürükler. Organik doğallığın aşırılaşması
ise sanatı biçimden yoksunluğa indirger. Çünkü organik biçimin sınırı doğa,
akılcı biçimin sınırı ise çatışmadır. Çatışma ile doğanın kesiştiği yerdedir
sanat.
· Sinemanın can damarı olarak gelişen
kurgunun doğasının ortaya çıkarılması için sinemanın özgül sorunlarının
çözümlenmesi gerekir.
a- Pudovkin’e göre, kurgu, film yönetmeninin
dili ve temel yaratıcı gücüdür. Bu gücün yardımı ile ruhsuz fotoğraflar (tek
tek çekimler) canlı sinemasal bir biçim kazanırlar.
b- Ayzenştayn göre ise, kurgu birbirinden bağımsız, hatta birbirine
karşıt çekimlerin çatışmasından doğar. Yönetmen dilin sinemaya resimlerden çok
daha yakın olduğunu ve hiyeroglifte olduğu gibi somut bir kelimenin yanına
konan diğer bir somut sözcüğün soyut bir kavrayışa yol açabileceğini ileri sürer.
c- Balazs, dramatik anlatımın bir çekimin
önceki ve sonraki çekimlerle olan ilişkisi ile (kurguyla) belirlendiği
görüşündedir. Hiyeroglif dili haline dönüşen kurguya karşı çıkar.
· Kurgu sinemaya entelektüel olanaklar
sunar:
a- Pudovkin, seyirciyi oyuncunun psikolojik
davranışları ile değil, kurgunun sağladığı plastik bileşimlerle etkilemeye
çalıştığını belirtir.
b- Balazs da kurgunun entelektüel
olanaklarından söz eder ve düşünce çağrışımlarının gerçek hızına eş bir hızın
sağlanabileceğini savunur.
c- Ayzenştayn’a göre ise, sinemanın geleneksel
betimleyici biçimi duygulara yönelirken, geleneksel sınırlamalardan
kurtarılmış, doğrudan düşünce, sistem ve kavramlardan yola çıkan entelektüel
sinemanın düşünce sürecini yönetebileceğini savunur. Oyuncu için önemli olan
yaşayarak oynamak veya hissedileni sunmak değil, seyirci önünde yaşamak ve
seyirciye yaşatmaktır.
· Görüntü ile ses ayrıştırılmalıdır.
a- Balazs bu yöntemi ‘eş zamansızlık’ diye
adlandırır ve sesin etkisinin simgesel olduğunu savunur.
b- Pudovkin ile Ayzenştayn ise Eleksandrof
ile birlikte kaleme aldıkları bildiride kurgunun daha yeni ve mükemmel
biçimlerine yalnızca görüntüye saygı göstererek ve sesin karşı sürümü
kullanılarak varılabileceğini ve ilk deneylerin görsel/işitsel imgelerin
rastlaşmamasına yönelik olmaları gerektiğini savunmaktadırlar.
Her iki Sovyet yönetmeni Ayzenştayn ve
Pudovkin, sinema tarihinin klasikleri arasında yer alan ‘Potemkin Zırhlısı’ ve
‘Mat-Ana’ gibi filmleri Ekim Devrimi sonrasında gerçekleştirdiler. Rusya’da,
devrim öncesi dönemde, düşünce ve sanat alanında ‘Formalizm’ ve ‘Fütürizm’
etkin bir şekilde varlıklarını sürdürmekte idi.
Formalistler, 1914-1917 yıllarında
dil bilimi ile uğraşmayı amaçlayan bir topluluk kurdular ve Kazan Lengüistik
Okulu’nun etkisi altında kaldılar. Aralarında Sovyet sanatının birçok önemli
kişilerinin, bu arada Mayakovski’nin
de yer aldığı Fütüristler ise devrimin ilk yıllarından itibaren kendilerini
sosyalizme bağlı saymış ve onun için çalışmışlardır. Ancak Marcelin Pleynet’in de belirttiği gibi; “Fütüristlerin devrime olan bu bağlılıkları kentsoylu kültüründen
formalistlere oranla daha az etkilendiklerini göstermez. Bir gelecekçi ve
‘avant-garde’ tiyatronun kuramcısı olan Vsevolod
Meyerhold’un Ayzenştayn üzerindeki etkisi çok belirgindir. İlya Ehrenburg Sovyet sinemacısının bir
gün kendisine, ‘Meyerhold olmasaydı ben de olmazdım’ dediğini yazar. (Fransızca
mektuplar, 1967) Ayzenştayn ise, ‘Görüşler’ başlıklı kitabında “Meyerhold
sadece bir tiyatrocu değil, aynı zamanda bir öğretmendi” der.
Meyerhold, 1915’de Çar tarafından
‘Dorian Grey’in Portresi’ ve ‘Güçlü Adam’ filmlerini çekmekle görevlendirildi.
1939’da ise şekilcilikle suçlanıp tutuklandı. Ayzenştayn 1939 yılında kaleme
aldığı ‘Bir sinemacının düşünceleri’ adlı kitabında da Mayakovski’nin
şiirlerinden birçok alıntı yaparak ondan ne denli etkilendiğini ortaya kor.
Yönetmene göre, Mayakovski’nin şiirleri kurgu açısından olağanüstü örnekler
sunmaktaydı. Yönetmen ayrıca Poltova’nın
‘Puşkin çözümlemesine’ ve Tinianov’un
‘Şiir dilinin sorunları’ adlı kitaplarına açık yollamalarda bulunur ve böylece
formalist kuramları kendisine destek edinir. Formalizm akım da yönetmenin
hiyerogliften son derece etkilenmesine neden olur.
Ancak
Marksizm hiçbir zaman burjuva çağının önemli başarılarını ret etmemiştir. Kaldı
ki yönetmen söz konusu etkilere rağmen sanat alanında diyalektik materyalist
görüşü savunmaktan geri kalmamıştır. Ayzenştayn’ın sinema sanatına en önemli
katkısı ise sinemanın aşağı yukarı tüm sorunlarını tartışma konusu haline
getirmiş ve bunlara çözümler bulmaya çalışmış olmasıdır. Örneğin sinemada sesin
ortaya çıkması ile bu sorunu tam anlamı ile çözümleyememiş olsa dahi uygulamaları
sinemanın geleceğine ışık tutmuştur. O dönemde Hollywood sinemasında ses
görüntüye bir eş zamanlılık içinde girmekte ve aynı zamanda ona egemen olmakta
idi. Diğer bir deyişle ses bir boşluğu ideolojik öneriler ile doldurmakta idi.
Ayzenştayn gibi Dziga Vertov da görüntü ile
sesin ayrıştırılmasını savunmuş ve görüntü ile ses arasındaki ilişkiyi
diyalektik bir ilişki olarak tanımlamıştır.
3-
GERÇEĞE İNANAN SİNEMACILAR
Henri Agel,
‘gerçekçi’ kavramını, sinemayı ‘çağdaş gerçeğin en sadık aynası’ haline
getirmeyi amaçlayan tüm kuramcıları içerecek şekilde tanımlamaktadır. Louis Feuillade da, 1911’de, ‘Olduğu
gibi yaşam’ başlıklı yazısında, gerçekçi sinemanın her türlü fanteziden uzak,
insanlarla nesneleri olmaları gerektiği biçimde değil, oldukları gibi
betimlemeleri gerektiğini savunur.
Agel,
1922 yılından önce, sinema alanında,
Dziga Vertov’un ‘başarısız’ girişimine dek gerçekçi bir sinema akımından
söz edilemeyeceğini belirtir. Kuramcıya göre Vertov’un içine düştüğü en önemli
yanılgı alıcı tarafından kaydedilip derlenen belgelerin belli bir anlam
taşıyabilmeleri için ölçülü bir kurgu sonucunda düzenlenmeleri gerektiğini
gözden kaçırmasıdır.
Sovyet
sinemacısının ‘gerçekçilik’ anlayışı üzerinde dururken bu tür eleştirileri de
değerlendireceğiz. Kurguya ağırlık tanıyan görüş bölümünde ele aldığımız sinema
tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Sergey Ayzenştayn’ın da Dziga
Vertof’a karşı cephe aldığına kısaca değinelim.
Bazin, kendini gerçeğe, sinemanın
tarafsızlığına inanan sinemacıların yanında görür ve ve Orson Welles’in ‘Citizen Kane’(Yurtaş Kane) adlı filminde ‘alan
derinliğinin’ kullanılmasının yeni bir dönemin başlangıcını açıkça
belirlediğini ifade eder.
Orson Welles
Bazin’e
göre amaç gerçeğin elden geldiğince tam bir görüntüsünü vermektir. Sinema
alanında her teknik belli bir ölçüde gerçeğin yararına veya zararınadır. Böyle
olunca da perdede gerçeği en iyi yansıtan tüm işlemler gerçekçiliğe katkıda
bulunurlar. Alan derinliği bu yöntemlerin en belli başlısıdır. Çünkü alan
derinliği seyirciyi görüntüyü gerçek olan ile daha yakın bir ilişki içine sokar
ve onun kişisel bir seçim ile karşı karşıya kalmasını sağlar. Bu nedenle de
sinemada tarafsızlığı veya birkaç anlama çekile bilirliği gerçekleştirir.
Bazin’in
alan derinliği ve gerçek sinema hakkındaki görüşlerini ele almadan önce, yeni
bir dönemi başlattığını ileri sürdüğü Orson Welles’in ‘Yurtaş Kane’ filmine
ilişkin olarak 1970 yılında yazdığımız eleştirinin önemli bir bölümünü
aktaralım. Bu arada bu filmin sinema tarihinin en iyi on filmi arasında yer
aldığını da belirtmek gerekiyor.
“Orson Welles’in yetenekleri son derece
abartıldı (…) Kendisinin bu denli yüceltilmesi birtakım üstünlük duyguları
edinmesine yol açtı; sanatçının dünyaya egemen olması gerektiğini düşlüyor,
kendini tanrılaştırıyor, yapıtlarında ‘paha biçilmez’ bir dünya yarattığına
inanıyordu. ‘Kim Tanrılar ülkesine girebilmek için bir bilet parası ödemeyi
göze almaz ki!’ (Gerard Leblanc, Welles, Bazin et R.O.K.) Ancak bu ifade
Welles’in Tanrı’yı yadsıdığı anlamını taşımıyordu. Yeni bir dünya yaratmak
değildi amacı. Sinema Tanrı’nın ülkesinin gerçek bir yansıması olmalıydı. Bazin,
‘Çağdaş sinemanın sorunları’ adlı kitabında bunu ‘gerçekçilik’ olarak
adlandırır. ( Yeni dergi, sayı 78, s.183)
A-
ANDRE BAZİN, ORSON WELLES VE ALAN DERİNLİĞİ
Nijat Özön’ün
ülkemiz sinema literatürüne kazandırdığı yapıtlardan biri André Bazin’in
‘Çağdaş sinemanın sorunları’ adlı eseridir. (20)
Bazin,
kuramını ve sinema tarihini felsefesini, sinemanın tarafsızlığına inanan
sinemacılar ile perdedeki görüntüye bir katkıda bulunabileceklerine inanan
sinemacılar arasındaki görüş ayrılığına dayandırmaktadır. Bazin kendini
gerçeğe, sinemanın tarafsızlığına inanan sinemacılar safında görür ve bu
anlayışı kuramlaştırmaya çalışır. ‘Gerçeküstücüleri’ eleştirir (21),
ona göre Abel Gance ‘La Roue’(Tekerlek) adlı filminde seyirciye giderek hızı artan bir lokomotif
göstermektedir; “ Gance’in görüntülerinden çoğu donuk çekimlerdir. Lokomotifin
bacası, ocak, manivelalar önünde duran makinist, hız göstergesi… Dönen
tekerleklerin omuz çekimi lokomotifin hızlı gittiğini göstermez. Tekerlekler
oldukları yerde de dönebilirler. Abel Gance’in amacı gittikçe hızlanan
lokomotifi göstermek değil, kurgunun yardımı ile zaman ve uzaydaki ilişkiler
üzerinde oynayarak bu lokomotifin hızını, bu hızın artışını, hatta bunların
makinistin bilincindeki psikolojiyi kavrayabilmektir”. (s.23)
Bazin
sinemanın bir dil olduğunu kabul ettikten ve sinemanın özünü, ‘Sinemanın
ontolojisi’ adlı kitabında, Mısır mumyalarına kadar uzanan, temelini ölülerin
korunmasında bulan bir araştırmaya giriştikten sonra dilimize çevrilen
kitabının ‘Sinema dilinin evrimi’ başlıklı bölümünde şu görüşü savunur; “ Düzenlemeler ne olursa olsun, hepsinde
doğrudan doğruya kurgunun tanımını içeren ortak bir yön mevcuttur. Bu ortak
yön, görüntülerin nesnel olarak taşımadıkları ve sadece bunların ilişkilerinden
doğan bir anlam yaratmaktır. Her durumda anlam görüntüde değil, kurgu yolu ile
seyircinin bilincinde yaratılan yansımadadır”. (s.46)
Sinema
kuramcısına göre, Orson Welles’in, ‘Yurtaş
Kane’ filminde (1941) alan
derinliğini kullanmasının önemi yeni bir dönemin başlangıcını açıkça
belirlemesinden ileri gelmektedir. Bu yöntem sinema tarihinde eytişimsel bir
ilerlemedir. Alan derinliği iyi kullanıldığı takdirde sadece olay en basit ve
kestirme yönden sergilenmemekte seyircinin görüntü ile olan düşünsel ilişkisi
de etkilenmekte ve görüntünün anlamı da güç kazanmaktadır.
Bazin, ‘Yurtaş Kane’de kullanılan
bu yöntemin psikolojik ve metafizik sonuçları ile ilgili olarak şu görüşleri
ileri sürmektedir:
“1-Alan derinliği seyirciyi görüntü ile
gerçekle olandan daha yakın bir ilişkiye sokar. Görüntünün içeriğinden ayrı
yapısı da gerçekçidir.
2- Alan derinliği, dolayısıyla,
seyircinin sahne düzeni karşısında zihin yönünden daha etken bir tutumunu,
hatta olumlu bir katkısını gerektirir. Seyirci, çözümleyici kurguda, yol
göstericisini izlemekten, dikkatini, görmesi gerekeni seçen yönetmenin
dikkatine uydurmaktan başka bir şey yapmadığı halde, alan derinliği en azından
kişisel bir seçimi zorunlu kılar. Seyircinin dikkati ve iradesi görüntünün
taşıdığı anlam ile koşuttur.
(20)
İncelememizin bu bölümünde
sözü edilen kitaptan oldukça yararlanmaktayız. Diğer
bir idealist sinema kuramcısı olan Georges
Sadoul da André Bazin’in bu
eserinde yer alan araştırmalarla ilgili olarak şu değerlendirmede
bulunmaktadır:” Bir derleme değil, yarım
yüzyıl sonra bile başvurmaktan geri kalmayacağımız bir ürün…”. Sadoul’un bu
görüşüne tamamen katılıyoruz.
(21)
Bazin’e göre, Vertov Sovyet sinemasını en uç noktaya götürürken, Salman okulu
da görüntünün plastiğine (dekor ve aydınlatma) mümkün olan tüm aşırılıkları
yüklüyordu. Bazin’in ‘dışavurumcu’ akımı sapıklık olarak nitelendirdiğini de
ayrıca belirtelim. (Bkz.s.158)
Yurtaş Kane/Orson Welles
3- Bu iki ruhbilimsel durumdan
metafizik olarak nitelendirilebilecek bir üçüncü durum ortaya çıkar. Kurgu,
yapısı bakımından, anlam belirsizliğine veya birkaç anlama çekilebilmeye
karşıdır. Oysa alan derinliği bir zorunluluk olarak değilse bile bir olanak
olarak görüntünün yapısına birkaç anlama çekile bilirliği getirebilmektedir.
Manevi anahtarın ya da yorumun yer aldığı kararsızlık her şeyden önce doğrudan
doğruya görüntünün alın yazısıdır”. (s.63-64, ayrıca bkz. Çağdaş
Sinema, sayı 1, s.1)
Bazin’e
göre, sessiz sinema döneminde kurgu yönetmenin söylemek istediğini
aktarmaktaydı. 1938 yılında sinemada kurgu betimlemektedir. (s.69) (22)
Kuramcı yukarıda belirtiğimiz ve
kendisinin eytişimsel bir gelişim olarak nitelendirdiği durumu belli bir ölçüde
genel eğilime ancak özellikle teknik nedenlere bağlamaktadır. ‘gerçekçilik’ ve
‘gerçek’ konusundaki görüşleri ise şöyledir: “ Sinema seyirciye gerçeğin elden geldiğince tam bir görüntüsünü vermek
ister. Ne var ki, sanatta gerçekçilik ancak yapay bir şekilde sağlanabilir. Her
estetik kaygısı beraberinde bir seçim getirir. Ancak sinemada bu seçim gerçeğin
görüntüsünün yaratılması amacına yönelik olunca sadece gerçeğin bir görüntüsü
ortaya konabilir ve bu seçim sinemanın temel çelişkisidir. Seçim zorunludur
çünkü sanat ancak seçim ile var olabilir. Teknik yönden bir an için aksinin
mümkün olabileceğini düşünürsek, diğer bir deyişle seçimi ortadan kaldırırsak,
sadece yeniden salt gerçeğe dönmüş oluruz. Sinemada gerçekliği artırmak amacını
güden ses, renk, üç boyut gibi bütün yeni teknik ilerlemelere karşı çıkmak
boşunadır. (23)
(22) Alan
derinliği yöntemi, fotoğrafta olduğu gibi, sinemada da, kısa odaklı
objektiflerin belli bir cismi uzak ve yakın diğer cisimlerle aynı netlikte
görülmesini sağlar. Gerçekte, alan derinliği ile perdede oluşturulan yüzey
Kuatroçento’nun (14. yy.’da henüz optik olarak gelişmemiş karanlık oda) iki
boyutlu yüzeyinden farklı olmayıp fazladan üçüncü bir boyutun (derinlik)
varlığının sanısını uyandırmaktadır. Bu da, perdede net olarak beliren bütün
cisimlerin uzaklıklarına göre daha küçük veya büyük olarak görülmelerinden
ileri gelmektedir. Ayrıca bu yöntemde ışığın da etkisi artırılarak değişik
çekimlerin mümkün olduğunca belirginleşmeleri sağlanmakta ve görüntünün düzeni
perdede dikey bir eksen oluşturmaktadır.
(23) Bazin
bu konuda, 1938 yıllarına kadar genellikle her yönetmen tarafından filimlerin
aynı ilkeler göre kurgulandıklarını ve öykünün 600 civarında pek az değişen
çekimin bir araya getirilmesi ile anlatıldığını ve kurgulamada dikkati çeken
tekniğin de açı/karşı açı olduğu gözleminde bulunur. Keza sinema kuramcısına
göre çekimlerin ortalama sayıları genellikle gerçekliklerine göre azalır. Renk
de çekimlerin sayısını daha da azaltan bir unsurdur.
Gerçekte sinema sanatı bu
çelişki ile beslenir. Perdenin süre yönünden getirdiği sınırlamalar soyutlama
ve simgelerin en etkin şekilde kullanımına yol açar. Ancak bu tekniğin
kullanılışı alıcının yakaladığı gerçeğin yararına olabileceği gibi zararına da olabilir.
Bu kullanış alıcının yakaladığı gerçek öğelerin etkilerini artırabilir ya da
etkisiz kılabilir. Sinema dili gerçeğe yapılan katkı göz önünde bulundurularak
değerlendirilemez ise de bir sınıflamaya tabi tutulabilir.
(24)
Bu nedenle biz, perdede gerçeği en iyi
şekilde yansıtmayı başaran tüm işlemleri ‘gerçekçi’ olarak adlandıracağız. Pek
tabi ‘gerçek’ bir nicelik olarak anlaşılmamalıdır. Aynı olay, aynı nesnellikle
değişik yollardan ortaya konabilir. Bu yöntemlerin her biri nesnelliğin içine
az ya da çok bazı öğretici veya estetik amaçlı öğeler de sokacaktır. Bu durumda
kaçınılmaz olarak ekrandaki gerçek, gerçeğin bir yanılsaması olacaktır. Bu
zorunlu bir yanılsamadır. Ancak bu yanılsama sinema ile özdeşleşen seyircinin
gerçek algısını yitirmesine yol açar. Sinemacıya gelince onu yalan söylemekle
kınayamayız. Çünkü sanatı oluşturan bu yalandır”.(s.160-162)
Bazin’in
gerçek sinemaya yaklaşımını özetlersek;
·
Amaç
gerçeğin tam bir görüntüsünü vermektir. Ancak amaç bu olunca her estetik
sanatçıyı belli bir seçim ile karşı karşıya bırakır. Çünkü her estetik, her
tekniğin kullanılışı belli bir ölçüde gerçekliğin zararına veya yararına
olabilir. Ve sanatçı açısından bu seçim sinemanın aynı zamanda hem zorunlu, hem
de kabul edilemez nitelikteki temel çelişkisini oluşturur.
· Bu çelişkiyi böylece kabul edilince,
perdede gerçeği en güçlü şekilde göstermeye yönelen tüm anlatım dizgeleri, tüm
işlemler gerçekçi olarak nitelendirilmelidir.
(24) Bazin’in
incelemesinde bu işlemler açısından açıkça bir sınıflandırma yapılmamakta ise
de yazıların tümünde kurgu, dekor ve aydınlatmayı gerçekçi anlatım öğeleri
dışında tutmaktadır. Buna karşılık alan derinliği, ses, renk, üç boyut, doğal
dekor ve doğal ışıkta çekimi gerçekçi işlemler olarak nitelendirmektedir.
Bazin’e gör Orson Welles alan derinliği ile sinemaya gerçeğin sürekliliğini
kazandırırken, diğer yandan güneş ışığında çekimi yeğlemeyerek ve meslekten
olmayan oyunculara başvurmayarak sinemanın gerçekçiliğini zayıflatmaktadır.
Bazin,‘yeni-gerçekçilik’ akımının belli başlı yönetmenleri Rosellini, Visconti, Sica ve Zavattini
ile ilgili olarak şu görüşleri ileri sürer: “ Roberto Rosellini’nin ‘Paisa’
(1945) ile ‘Germany, year zero’(Almanya sıfır yılında) (1948) ve Vittorio de Sica’nın
‘Ladri di biciclette’ (Bisiklet hırsızı)nda (1948) İtalyan yeni gerçekçiliği
her çeşit dışavurumculuktan sıyrılarak, özellikle kurguya bağlı etkilerin
mutlak yokluğu ile sinemasal gerçekliğin daha önceki biçimlerine karşı çıkar. Rosellini
ile Sica’nın yöntemleri öyle pek göze çarpıcı değildir ancak bunlar da kurguyu
hiçe indirmek amacını güderler. Zavattini başına hiçbir şey gelmeyen bir
insanın yaşamının doksan dakikasını filme almaktan başka bir şey düşünmez. Yeni-gerçekçilerden
Luvhino Visconti ise ‘Le terra trema’ (Yer sarsılıyor) (1948) filminde
sanatının temelin kesinlikle ortaya kor: “yapıt
tümüyle çekim-ayırımlardan oluşur ve alan derinliği ile sonu gelmeyen çekimler
olayı bir bütün olarak kucaklamayı amaçlar”. Bazin’e göre, bu dönemin en
önemli yapıtlarından biri olan Rossellini’nin ‘Paisa’sında ise İtalya’nın
kurtuluşu konusunda seyirciye altı öykü anlatılmaktadır. Floransa’nın kurtuluşu
ile ilgili olarak Bazin şu gözlemde bulunur: “Alıcı sanki tarafsız bir söyleşi ile yetinir. Bir erkeği arayan bir
kadını izleriz. Bu kadınla birlik olmak, onu anlamak, bunun acısını duymak
işlevini sinemacı seyirciye bırakır.” (s.178) Sinema kuramcısına göre, yeni
gerçekçilik diye adlandırılan bu akımın İtalya’daki oluşumunu salt toplumsal,
töresel ve ekonomik etkenlere bağlamak bilgisizlikten öteye gitmez: “Sinema yayınlarının önem ve niteliğine
bakarak bir yargıya varmak istersek, İtalya sinema zekâsının en derin olduğu
ülke sayılabilir. Roma’daki Deneysel Sinema Merkezi Fransa’daki Yüksek Sinema
Enstitüsü’nden yıllarca önce kurulmuştur. Öte yandan Nazizm’den farklı olarak
faşizm sanatta çok sesliliğin belli bir ölçüde de olsa devamına göz yumdu,
özellikle sinema ile ilgilendi. Venedik
Festivali ile Duce’nin siyasal çıkarları arasındaki ilişkiler üzerinde pek çok
şey söylenebilir ancak bu uluslararası festival düşüncesinin o yıllardan beri
başarı kazandığı yadsınamaz. Faşistlerin kapitalizmi en azından İtalya’yı
modern stüdyolarla donattı. Bu stüdyolar İtalya’nın melodram tarzı, boş ve
anlamsız filimler üretmesine neden olduysa bile rejime ödün vermeyecek kadar
zeki sinemacıların günlük konuları ele alarak yeni gerçekçi akımın öncüsü
sayılabilecek değerli yapıtların çekimini engellemedi.” (s.144-145).
·
Ve
alan derinliği bu işlemlerin belli başlılarından biridir. Çünkü alan derinliği
seyirciyi görüntü ile gerçek olandan daha yakın bir ilişkiye sokar. Seyirci,
çözümleyici kurguda olduğu gibi görmesi gerekeni saptayan yönetmenin sunduğu
görüntü bileşimlerini izlemek yerine kişisel bir seçim ile karşı karşıya kalır.
Bu nedenle de sinema tarafsızlığını korur.
·
‘Gerçek’
bir nicelik olarak anlaşılmamalıdır. Aynı olay, aynı nesne değişik yollarla
ortaya konabilir. Estetik veya öğretici amaçlarla yapılan yorumlamalar sonucu,
perdeye yansıtılan asıl gerçek olmamakta, ortaya asıl gerçeğin bir yanılsaması
konmaktadır.
B-
GERÇEĞİN DİYALEKTİK AÇIDAN AÇINLANMASINI SAVUNAN GÖRÜŞ
VE DZİGA VERTOV
Dziga Vertov’un
film ve görüşlerini sinema eleştirmen ve tarihçileri tarafından iki farklı
biçimde yorumlanmıştır. Bir bölümüne göre Vertov yapıtlarında ‘dolaysız
çekimi’ gerçekleştirerek ‘gerçek
sinemayı’ oluşturmuş ve böylece Lumiere’den Rouche’a kadar uzanan ‘gerçekçi’
akımın içinde yer almıştır. Karşıt yorum ise Vertov’un kurgu anlayışından yola
çıkarak ‘biçimci’ formalist bir yorumda bulunmaktadır. Gerçekte her iki yorum
da Vertov’un
Dziga Vertov
pratiğinin
sinema alanına getirdiği katkıları yadsımaktan öte bir anlam taşımamaktadır.
Bu bölümde Vertov’un gerçeğe yaklaşımının ne dışavurumcular gibi ‘gerçeğin aşılması’, ne izlenimci akım gibi yeni bir gerçeğin oluşturulması, ne de bir önceki bölümde gördüğümüz gibi kendilerini ‘gerçekçi sinema kuramcıları’ olarak tanımlayanların savundukları gibi gerçeğin görüntüsünün yansıtılması şeklinde olmadığını göreceğiz. Vertov sinema yapıtlarında gerçeği diyalektik açıdan ele almaktadır ve gerçekçi sinema akımının öncüsüdür. Bu nedenle biz Vertov’u Lumiere’den Louche’a kadar uzanan gerçekçi sinema akımının içinde yer aldığını savunan görüş ile kavram kargaşasına yer vermemek için sinemacıyı ‘gerçeğe inanan sinemacılar’ başlığı altında ancak farklı bir alt başlık altında ele almayı yeğledik.(25)
Vertov’un sinema anlayışı
ve yapıtlarını dünya görüşünden soyutlanarak ele alınması olanaksızdır. Yönetmene göre, ‘sinema-göz’ evrenin sosyalizme
açılması getirmektedir. (Çağdaş Sinema, sayı 2, s. 25).
Sinemacıya
göre dram sineması halkın afyonudur ve sermaye sahiplerinin elinde öldürücü bir
silahtır. Senaryo da, bir yazar tarafından hakkımızda uydurulmuş bir masaldır.
Bu nedenle ‘günlük yaşamın mizansenine paydos’ deyip bizleri olduğumuz gibi,
anında, günlük yaşamın içinde, iş başında, ‘perdenin ölümsüz yıldızları’ gibi
değil, sıradan öncüleri olarak filme alan yapıtlar gerçekleştirilmelidir.
(25) Dziga
Vertov Ekim Devrimi’nden sonra sinemaya başlar. 1918 yılı baharında Moskova Kino-
Komitet’in hizmetine girer ve Sovyet iktidarının sinematografik belge
çalışmalarının yönetimini üstlenir. Yönetmen ‘sinema-gözün’ ortaya çıkışı ve
sinema alanındaki ilk çalışmalarını şöyle anlatır: “Bu çok erken başladı. ‘Demir El’, ‘Meksika’da ayaklanma’ gibi ilk
çalışmalar romanların kaleme alınması, ‘Balık Avı’nda olduğu gibi kısa deneyler
ve ‘Puriçakeviç’,’Çilli genç kız’ türünden iğneleme ve yergili şiirlerdi.
Sonraları bu tutku stenogram ve
fonogramların kurgusuna dönüştü. Bu çalışmalar bir şelalenin veya bir
dökümhanenin gürültüsü gibi seslerin belgesel kayıt olanaklarını elde etme
amacını güdüyordu. Ve işte 1918 yılının bir ilkbahar günü tren istasyonundan
dönüyordum. Hala kulaklarımda; iç çekişlerin, uzaklaşan trenin, yemin eden ve
haykıran birinin, öpücüklerin sesleri yankılanıyor. Yolda giderken şöyle
düşünüyorum; sesleri betimlemeyen fakat çizen, onları betimleyen bir aygıt
bulmam gerekiyordu. Belki bir kamera! İşte bana film yapmayı öneren Michael M. Kolchov ile tanışmam bu
döneme rastlar. Böylece Kino-Nedelya dergisinde çalışmaya başladım” (Çağdaş
Sinema, sayı 2, s.7-8).
Vertov 1922-1924 yılları arasında ise
‘Kinopravda’ adlı bir ‘dergi-filmi’ dizisinde çalıştı. Sinemacının bir yandan
eski aktüalitelere bağlı, diğer yandan Kinokların günlük sözcüsü olarak
tanımladığı ‘Kinopravdalar’ 23 sayıdan oluşmaktaydı. Verov’un diğer önemli
yapıtları ‘Sovyet ileri!’ (1926), ‘Dünyanın altıda biri’ (1926), ‘Onbirinci
yıl’ (1928), ‘Alıcılı adam’ (1929), ‘Donbas’ın senfonisi’ (1930), ‘Lenin üstüne
üç şarkı’ (1934), ‘Üç kadın kahraman’ (1938) ve ‘Sen cephede!’dir (1942).
G.Sadoul’a
göre, Vertov nitelikli sanat filmlerinden yanadır. Sinema tarihçisi Vertov ile
ilgili kaleme aldığı kitabının şöyle yazar: “
1919 yıllarında, iç savaşın hüküm sürdüğü, ekmekle kömürün bulunmadığı bir
ülkede gösteriye devam edebilen birkaç sinema salonunda hiçbir sanatsal değeri
olmayan eski kentsoylu filmler gösterilmektedir. İşte, Vertov’un savaş açtığı
filmler bunlardır”. ( Dziga Vertov, Edition Champ-libre, 1971,s. 48).
Böylece
Vertov’un tüm sanatsal filmlere karşı yönelttiği saldırıları Sadoul sadece
eski, kalitesiz filmlere indirger. Sorunu kaliteli ve kalitesiz filmler
açısından ele alır ve sinemacının sürdürdüğü ideolojik mücadeleyi hasıraltı
etmeye çalışır. Sadoul, aynı çabasını Sovyet sinemacısını burjuva sanatının
öncüleri safında göstermeye çalışırken de gösterir. Onun sanatçı kişiliğini
yüceltmeye ve kanıtlamaya çalışırken devrimci görüşlerinden söz etme gereğini
duymaz. Sadoul’un Vertov’u ele alış biçimi şudur: “ Vertov, sinema objeleri ve kendisinin hiçbir katkısının bulunmadığı
kişiler tarafından çekilen film parçaları ile sanat yapılabileceği
görüşündeydi. Sanatçı tarafından yaratılmamış, ancak sadece onun tarafından
seçilmiş nesnelerin gösterilmeleri, yapıştırılmaları ve birleştirilmeleri
sayesinde özgün sanat yapıtlarının ortaya konabileceği düşüncesi D.Vertov’a
özgün bir görüş değildir. Kendisinden önce de avant-garde çevrelerde, özellikle
ressamlar arasında bu tarz oldukça gelişmiştir. 1912’de Braque, Picasso, Juan Gris gibi kübist ressamlar, Louis Aragon’un ‘resme meydan okuma’ düşüncesini
uygulama alanına koymuşlar ve kolaj yöntemi ile gazete, prospektüs, etiket tarzı nesneleri
tablolarına dahil etmişlerdir. Bu akım Duchamp
tarafından daha da ileri götürülmüş, 1918-1919 yıllarında sanatçı kendi
imzasını taşıyan bir klozet sergilemiştir”.(age,s.50)
Sinema
eleştirmeni böylece Sadoul’un Kinopravdası ile bir Dadaist tarafından imzalanan
klozeti aynı kefeye koymaktan kaçınmamıştır.
Lenin
üstüne üç şarkı/Vertov
Vertov’a göre; “ kameranın şansı olmamıştır.
Çünkü icat edildiği tarihte, sermayenin egemen olmadığı tek bir ülke yoktu.
Burjuvalar şeytani bir düşünce ile bu yeni oyuncağı halkı oyalamak, dikkatleri
başka yöne çekmek için kullandılar. Bu silah burjuvazinin elinden çekilip
alınacaktır”. (age. Sayı 2, s.12)
Sinemacı arı bir sinemadan yana olduğunu
belirtirken diğer yandan alıcıya karşı olan hayranlığını da dile getirir: “ Biz
birçoklarının sentez olarak nitelendirdikleri sanatların karışımına karşıyız.
Biz, Kinoklar sinemayı, müzik, edebiyat ve tiyatro gibi diğer sanat dallarından
arındırıyor ve sinemaya özgü ritmi arıyoruz. Bunu da, ancak nesnelerin
devinimlerinde bulabileceğimiz düşüncesindeyiz. Sesleniyoruz; romanın tatlı
kucaklamalarından, psikolojik hikâyelerin zehrinden, aşk tiyatrolarının
sıkıcılığından kaçının, müziğe sırt çevirin, sinemaya özgü bir ritim, bir ölçü
ve malzeme araştırması ile geniş alanlar, dört boyutlu bir uzay kazanalım. Tüm
dikkatimizi günümüz insanı üstünde toplamamız için hiçbir neden yok. Makinenin
kesin devinimlerini edinmiş ve becerisizliklerden arınmış bu yeni insan bizim
filmlerimizin temel konusu olacaktır. Makinelerin uyumlu çalışmalarını
hayranlıkla izliyor, mekanik çalışmaya hayranlık duyuyoruz…” (age, sayı 2,
s.6-7)
Makinelere bu denli hayranlık duyan ve
makinelere oranla insanları dengesizliğini savunan Vertov insanı makinelere
yakınlaştıracağını ileri sürerken alıcının da işlevini saptar. Çünkü sinemacıya
göre, gözümüzün görme yeteneği sınırlıdır. İnsanlar çok küçük cisimleri seçebilmek
için mikroskobu, uzak dünyaları açınsamak için teleskopu bulmuşlardır. Bu
gözlemlerin sonucunda yönetmen kendine şu soruyu yöneltir: “Peki, bu durumda
alıcının işlevi ne olmalıdır? Sinema-göz tüm gerçeği bulmaya ve göstermeye
yararlı görüntüleri kullanmalıdır. Alıcı önem taşıyan olayları saptamaya ve
yorumlamaya yararlı bir aygıttır” (Age. Sayı 2, s.8).
Bu durumda sinemacının hangi gerçekten söz
ettiğinin ve gerçekçilik anlayışının ne olduğunun açıklık kazanması gerekir.
Vertov’a göre ‘tüm gerçeği’ göstermek ‘görünmeyeni görünen kılmak’, karanlığı
aydınlatmak anlamını taşır. Bu arada gerçeğin parçalarını filme almak yeterli
değildir. Bu parçalar öyle düzenlenmiş olmalıdırlar ki toplamlarından gerçek
ortaya çıksın. (Gerçek Sinema, sayı 8, s. 32)
Dziga Vertov’un soruna bu yönden yaklaşımı
salt yaşanmışlıkla yetinmemeyi, basit ampirik bilgilerin aşılmasını ve
olayların nedenlerinin araştırılmasını zorunlu kılmaktadır: “Sinema-göz
görsel evrenin belgesel açınsama sinemasıdır” (Çağdaş Sinema, sayı 2, s.21)
Sinema-göz
Sinemacıya göre alıcının işlevi tarihsel
gelişimi saptamaktır. Bu anlayış Vertov’un kurgu konusundaki temel görüşünü de
belirlemektedir: “Bireşimsiz çözümleme olmaz. Bilinmeyenden bilinenin
çözülmesi ve bilinenden bilinmeyenin bireşimi bir karşıtlık değil, tam bir
bağımlılık oluşturur. Senaryonun yazılması çekim ve kurgunun kesintisiz bir
şekilde sürdürülen gözlemle aynı anda gerçekleşmesini amaçladık” (Articles,
journaux, projets, s.10). Böylece Vertov’un sinema anlayışının iki temel ilkeye
dayandığı görülmektedir: kesintisiz kurgu ve aralıklar.
Vertov’a göre kurgu film parçalarını tek bir film halinde düzenlemek ve
görüntüler sayesinde filmi
gerçekleştirmektir. Kurgu, tiyatroya değgin sahneler düzenlemek veya
edebi metinler tarzında çekimler yapmak değildir. (26) Sinema-göz filminin kurgusu, konunun seçiminden başlar ve yapıtın son
şeklini almasına kadar devam eder.
‘Sürekli
kurgu’ üç aşamayı içermektedir:
-Birinci
aşama; konuyla doğrudan doğruya veya dolaylı olarak ilgili verilerin kurgusu ve
bir deftere kaydı (belgeler, el yazması, eşya, çekilmiş film parçaları,
resimler, gazetelerden kesilmiş yazılar, kitaplar vs. olabilir). Bu kurgudan
sonra seçimi yapılmış en değerli verilerin kaydı; temanın planı açığa çıkar,
kurgusu yapılır.
-
İkinci aşama; kurgu insan gözünün işlenen konu üzerindeki gözlemlerin özetidir.
-
Üçüncü aşama; merkezi kurgu. Duyarkat üzerindeki gözlemlerin ‘sinema-göz’ tarafından
özet haline getirilmesi.
Vertov’un
pratiğini dayandırdığı ikinci ile ‘aralıklar’, yani
filmin görüntüler arası hareketler üzerine kurulmuş olmasını zorunlu kılan ilkedir.
Bu ilkeye göre görüntülerin diğer görüntüler ile bağlantısı görsel bir itişin
diğer görsel bir itişe geçişini şart koşar. Görüntü parçalarının anlam
kaynaşmasının görsel uygun düşüp ritmik bir düzene girinceye dek sürekli yer
değiştirmesidir. (age. Sayı 2, s.23)
(26) Vertov’a göre artistik sinemaya göre kurgu yönetmen
tarafından ele alınana senaryoya göre farklı çekimlerin bir araya
getirilmesidir.
Sinemacıya göre, görüntüler arası ilerleyiş (görsel
aralıklar) karmaşık bir birim olup her birim değişik bağlantıların
birleşiminden oluşur ve şu özelliklere sahiptir: 1- çekimlerin birleşimi
(geniş, dar vs.), 2-çekim açılarının birleşimi, 3- görüntü içi hareketlerin
birleşimi, 4- ışık ve gölgelerin birleşimi, 5- çekim hızlarının birleşimi.
(27)
Bu birleşimlere dayanarak sinemacının
çekilmiş film parçalarının birbirlerini izleme sırasını ve her görüntünün
perdede görünüş süresini, yani metrik uzunluğunu belirlemesi gerekir. Ayrıca
görüntüler arası harekete (aralıklara) koşut olarak ‘kurgu kavgasına katılan
koşut iki görüntü’ arasındaki ve özellikle her görüntünün diğer bütün
görüntüler ile ilişkisini göz önünde bulundurmalıdır. Vertov görüntülerin bu iç
devinimleri sırasında, seyircinin gözüne ‘en mantıklı’ görünecek olanını
bulmanın kurgu yönteminin temel ve en güç görevini oluşturduğu belirtilir.
Vertov’un ses ile görüntü arasındaki ilişki
konusundaki görüşü ise şöyledir: “ belgesel görüntü öğelerine koşut olarak
özgün sesi de vermek gerekir. Sesli belgeler bir kişi tarafından okunan
metinlere yeğ tutulmalıdırlar” .(Gerçek Sinema, sayı 12, s.14). Yönetmen,
bu gereksinmenin bir sonucu olarak eşzamanlılık aygıtının kolayca taşınabilir
ve kent cereyanını gerekli bir kılmayacak ufak bir boyutta olmasını ve alıcı
ile ses yönetmeninin hareketleri arasında en üst düzeyde bir düzenlettirmenin
gerçekleşebilmesi için tercihen görüntü ile sesi aynı banda kaydeden bir
aygıtın varlığını yeğlediğini belirtir.
Özetlersek
Dziga vertov’a göre:
· Senaryo, bir
yazar tarafından hakkımızda uydurulmuş bir masaldır. Bizleri olduğumuz gibi
anında filme çeken, sıradan öncüleri günlük yaşamlarında filme alan yapıtlar
gerçekleştirilmelidir.
· Devinim sanatı
olan sinemada, makinenin kesin ve hafif devinimlerini edinmiş ve
becerisizliklerden arınmış yeni bir insan filmlerimizin konusunu
oluşturmalıdır.
· Sinema tüm
gerçeği bulmayı ve göstermeyi, görünmeyeni görünen kılmayı amaçlar.
· Ancak alt
gerçeğin parçalarını filme almak yeterli değildir. Bu parçalar öyle
düzenlenmelidir ki toplamlarından gerçek ortaya çıkın. Sinema görsel evrenin
belgesel açımsamasıdır. Kurgu konunun seçiminden başlar ve yapıtın son kesin
şeklini almasına dek devam eder. Film görüntüler arası hareketler ‘aralıklar
ilkesi’ ütüne kurulmalıdır.
(27) Vertov’un kurgunun değişik aşamaları konusunda diğer koşut bir sınıflandırması ise şöyledir: 1- gözlem sırasında kurgu; çıplak gözün herhangi bir anda, herhangi bir yere yönelebilmesi, 2- gözlem sonrası kurgu; gözle saptanan görüntülerin akılda belli bir düzende tasarlanması, 3- çekim sırasında kurgu; bu kez 1’de saptanan görüntülere yönelen alıcıdır. Bu çalışma sırasında tasarlanandan her zaman biraz değişik olan çekim koşullarına uymak gerekir. 4- çekim sonrası kurgu; kaba kurgu olarak adlandırılabilecek bu aşamada kesin kurgu için noksan gelen birtakım çekimler saptanır, 5- göz atma; ayırımlar arası geçişlerin saptanması için bir anlık yöneliş, 6- kesin kurgu; geniş temalı bir bölümde belirsiz kalmış küçük temaların açığa çıkarılması. En doğal sürekliliğin ve akışın sağlanması amacı ile çekilen bütün malzemenin yeniden düzenlenmesidir. (Çağdaş Sinema, sayı 2, s.15). Yönetmene göre filmin özelliklerine göre belli çalışmalarda yukarıda belirlenen aşamalardan bir veya ikisinin atlanması mümkündür. Örneğin alıcının gizli ve ansızın çekim yapmak zorunda kaldığı zamanlarda ilk iki şamaya yer verilmeye bilinir.
4-SON SÖZ
Bu
çalışmayı yapalı 40 yılı aşkın bir süre geçti ve rafta bekledi. . İnsan belli
bir yaşta masasını temizlemek ister ya, ben de daktilo ile tape edilen sararmış
sayfaları görünce onları atmaya gönlüm varmadı. Yazdıklarımın gerek teknik,
gerekse içerik açısından çok farklı boyutlara taşınan günümüz sineması
karşısında ne gibi bir anlamı olabilirdi? Sinemanın sanat ve ticaret ortamına
girişinin 1903 senesinde ‘Büyük Soygun’ (The Great Train Robbery) filmi ile
başladığı düşünülürse başlangıç yıllarında, 1920 ile 1950 yılları arasında
ortaya çıkan akım ve görüşlerin bir hükmü kalmış mıydı?
Resimde, izlenimci, dışavurumcu,
realist, romantizm akımları ne ise ve klasik akımlar bilinmeden günümüz modern
sanatı anlaşılmazsa bunun sinema için de geçerli olacağını düşündüm.
Günümüz sinemasında belli bir
akımlardan söz etmek mümkün değildir, sinema teknikleri çok gelişmiş ve bir bütünlük
içinde çok ileri teknolojileri iç içe kullanır hale gelmiştir. Ancak bu sanat dalının başlangıç döneminde
yer alan ve incelememize konu edinilen sinema akımları arasında devinime,
sinemanın plastik özelliklerine ve kurguya ağırlık veren görüşler arasında da aşılmaz
bir duvar olmadığını gördük.
Ne gerçeğe inanan, ne de görüntüye
inanan sinemacılar gerçeğin ‘keşfedilmek’ zorunda olduğunu kavrayamadıklarından
verimli sonuçlara ulaşamamış, geleneksel sinema dışında estetik bir çizgi
oluşturamamışlardır. Ayzenştayn, sinemanın aşağı yukarı tüm sorunlarını tartışma
konusu haline getirmiş ancak bunlara tam bir çözüm bulamamıştır. Vertov ise geleneksel
sinemanın bizler hakkında uydurulmuş bir masal olduğunu dile getirmiş ve
sinema-dramın halk için bir afyon olduğunu savunmuştur. Ancak Vertov’un
belgesel sinema anlayışı her ne kadar İtalyan yeni gerçekçilik akımını derinden
etkilemiş ise de sinema sanatında yeni belgecilik okulu varlığını
sürdürmemiştir.
Sinemanın seyirciyi büyülemeye
çalıştığı ve gerçeği yansıtmadığı doğrudur. Filmdeki olay ve karakterler ile
özdeşleşen seyirci, eleştirel bir bakış açısına sahip olmamakta, olayları,
dolayısı ile yaşamı olduğu gibi kabul yoluna itilmektedir. Amaç seyircinin potansiyelini
karanlık bir salonda tüketme eğilimi yerine, geleneksel sinemanın bu estetik
yapısına karşı seyirciyi aktif eleştirel halde tutan bir sinema estetiğine
ulaşılmasıdır. Bunun da en başarılı yolu Brechtçi bir sinema yöntemi olan
yabancılaşma efektinin kullanılmasıdır. Günümüz sinemasında Hollywood tarzı
geleneksel sinema geleneğinin yanı sıra bu yönteme de gerek kontrastların ve
çelişkilerin kurgu ve senaryo aracılığı ile açığa çıkartılması, gerekse ışık,
ses ve çekim tekniklerine yer veren sinema yapıtlarının belli bir
yabancılaşmayı gerçekleştirildiğini belirtelim.
Sinemanın
bir yanılsama olduğu doğrudur. Bu olguyu en iyi şekli ile Brecht dile
getirmiştir: “Fotoğraf realitenin
yansıması değil, yansımanın realitesidir”. Sinemanın gerçeğin sureti olma
özelliği sonucu bunun ifadesi olan ‘gerçeğin izlenimi’ kavramının yanılsama
yaratması nedeniyle, sinemanın kurtulması gerektiği bir kavram olduğu ileri
sürülmüştür.
Ancak ortaya çıkan yanılsamanın gerçeğin
kendisinden kaynaklandığı görüşü hesaba katılmadığından bir sonuca
ulaşılamamıştır. Brechtçi bir sinemanın en yetkin örneklerini sunan yönetmen
kuşkusuz Fransız yönetmeni Jean-Luc Godard’ır. Godard, “bir filmin sadece bir film olduğunu, oyuncuların sadece oynadığını,
vücutlarının kanla değil, domates salçası ile kaplandığını ve hala seyirciyi
etkileyip heyecanlandırdığını kabul etmenin mümkün olduğunu göstermiştir”.
( Mutlu Parkan, Brecht estetiği ve sinema, s.64).
Sinemada
epik yöntemi inceleme kapsamı dışında tuttum. Ancak önemine binaen son sözde kısaca
değindim. Günümüz sinemasının çok farklı eğilimlerin bir sentezi olduğunu ve sinema
estetiğinin bir tanımlanmasının yapılması gerekirse bunun ayrı bir inceleme
konusu olduğunu belirtmekle yetinelim.
Çalışmamda 1970-1980 yılları arasında yayınlanmış olan ve benim de yazı
ve çevirilerimin yer aldığı Çağdaş Sinema, Gerçek Sinema dergilerinden bolca
yararlandım. Günümüzde Sinematek-TV(Sinematek Dijital Sinema Kütüphanesi)’de
yer alan bu dergiler her ne kadar oldukça kısa ömürlü oldularsa da sinema
teorisi alanında ilk ciddi yayınlar olarak yer almaktadırlar. Ayrıca Genç Sinemacı
dostum Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mutlu Parkan’ın yıllar sonra görüşmemizde 1991 yılında ikinci
baskısı yapılan ve bana sunduğu ‘Brecht estetiği ve sinema’ adlı kitabından da
oldukça yararlandım.
İncelemede dip notlarına bolca yer
verilmiş ve oldukça geniş tutulmuştur. Bunların esas metin kadar önemli
olduklarını ve genellikle esas metni destekleyici uygulamalardan örnekler
getirdiğini de belirtmek isterim.
Bu çalışmamı günümüzde pek
bilinmemekle birlikte 8 ve 16 mm.’lik ilkel kameraları ile ‘Kanlı Pazar’ gibi
pek çok belgeseli kaydeden ve yasaklamalara karşın öğrenci olayları sırasında
bunları üniversitelerde devrimci bir eylem olarak sunanan ‘Genç Sinemacılara ve
Yılmaz Güney ile bir saldırı sonucu
yaşamını yitiren Sinematek’in kurucularından Onat Kutlar’ın anısına adıyorum.
Uzun bir aradan sonra tekrar görmek güzel
YanıtlaSil