Yakup Barokas, 1946 doğumlu gazeteci ve yazar. Türkiye Yahudilerinin haftalık Şalom Gazetesi’nde 1997-2008 yılları arasında Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. 2016 yılına kadar gazetenin Yönetim Kurulu Başkanlığını sürdürdü ve dönüşümlü olarak başyazılarını yazdı.

“Yahudilik Sorunu” (1986), “Türkiye Yahudileri” (1987), “Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç” (2021), “Çocukluğumun Büyükadası 1951-1971” (2022) ve “Sıradan bir Yahudi'nin Biyografyası” (2023) adlı beş kitabı yayınlandı…

1971 yılından itibaren Avukatlık yapan Yakup Barokas’ın İstanbul Barosu ve Çevko Dergisi’nde bilimsel araştırmaları yayınlandı. “Yahudilik ve Teslimiyet” başlıklı sunumu, 2016 tarihinde Aras Yayınlarından çıkan “Yok Hükmünde, Müslüman Olmayan Cemaatlerin Tüzel Kişilik ve Temsil Sorunu” adlı kitapta yer aldı.

Gençlik yıllarında, belgesel ve devrimci bir sinemayı savunan “Genç Sinema” hareketinde yer aldı. Ayrıca (1971-1980) Gerçek Sinema, Ant, Yeni Dergi’de sinema yazıları yazdı. Son birkaç yıldır İYT adlı sitede haftalık yazıları yayınlanmaktadır.


GİRİŞ

 

“Çocukluğumun Büyükadası 1951-1971” adlı kitabımda, sadece benim için değil yaşıtım bütün çocuklar için, her yaz haziran başında adaya ayak basmamızdan, okulların yeniden başlayacağı eylül ayı sonuna kadar, tam dört ay  terk etmediğimiz gerçek bir cennet olan Büyükada’da geçen çocukluk anılarımı kaleme aldım.

“Sıradan bir Yahudi'nin biyografisi” adlı kitabımda ise ailemden, köklerimden söz ettim, üniversite yıllarımı, askerlik anılarımı, göç serüvenimi ve Şalom gazetesindeki yıllarımı aktarmaya çalıştım.

Yaşım yetmiş sekiz, ailemde herkesten, annem, babam, abilerimden çok yaşadım. Daha kaç yıl yaşarım bilemiyorum? Geriye anlatacak neyim kaldı ki…Sonunda gün be gün kafamı sürekli meşgul eden rahatsızlıklarımı kaleme almaya karar verdim. Kimi ilgilendirir diyeceksiniz, biliyorum hiç kimseyi ilgilendirmez. Yine de yazdım, baya da sıkıcı oldu.

Belirtmeliyim ki bu bölümün kahramanı Memo hayali bir kişi olmakla birlikte başından geçenler kısmen doğru kısmen farazidir.


UYKUSUZ MEMO

 

Uzun süren yağmurlardan sonra ılık bir hava, sabahın erken saatlerinde pencereden sızan güneşin ışınları ve kuş sesleri Memo’yu şöyle bir canlandırdı, yatağından doğruldu, yüzünden CPAP cihazını [1] çıkardı. Pencereden dışarı baktı, uzun süredir pencerenin altında yuva yapan yeşil papağan ağaca doğru pike yaparak hızla uzaklaştı.

Uzaktan denizin bir ucu görünüyordu, oysa kırk yıl önce, yolun karşı tarafında yer alan binalar yükselmeden ne de güzel bir manzarası vardı evinin diye düşündü Memo, yine de park boyunca uzanan yeşillik içini ısıttı. Yeşil güzel diye düşündü Memo. CPAP cihazını titizlikle yastığının altına yerleştirdi, yatağını düzenledi.

Ona bu cihazı kullanması yıllar önce söylenmişti. Ancak o direnmiş, belki de ağız ve burnunun bir maske ile kapanmasına, başının üstünden bir borunun geçmesine tahammül edememişti. Ağzı kapalıyken nefes alamıyordu. O çocukluktan beri hep ağzından nefes almaya alışmıştı. Oysa son birkaç aydır sadece burnunu örten daha küçük bir maske kullanmaya başlayınca rahat etti. Hem rahat etti hem de geceleri deliksiz olarak uyumaya başladı. Artık hem deliksiz uyuyor hem de rüyalar görüyordu.

Memo bu uykusuzluk iletinden hep çekmişti. Daha 18 yaşındayken okulun yıllığında onun için şöyle yazmışlardı: “Her sabah ön sırada gözünü ovalar, yanına gidersiniz; ‘Neyin var? Of ölüyorum uykusuzluktan, sorma’ der ve bu işkence saat dördü otuz geçe sona erer. Gece olur ki gözüne hiç uyku girmez ve anlatır: ‘Ya dayanamadım, saat iki olmuştu, kalkıp köfte hazırlayıp yedim.

Şimdi ise gece gördüğü rüyalarda hep bir hesaplaşma vardı sanki. Bu onun için yepyeni, tanımadığı bir duyguydu. O hayatı boyunca hiç rüya görmemişti ki… Yatağında kâbus gibi gece boyunca itişir durur, sağa sola döner, ancak sabaha karşı, gün ışıdığında kimi zaman gözüne uyku girer, şöyle bir dalardı. Pek yataktan çıkmayı istemez, önemli bir işi, üniversitede bir sınavı yoksa öğlene kadar yatakta oyalanır dururdu.

Lise yıllarında ise mecburen mahmur bir halde yataktan kalkar, Nişantaşı’ndan Kadıköy’e kadar uzun bir yol katlederdi. Önce Karaköy’e dolmuş, oradan da vapur ile karşı yaka. Baharda ne güzeldi Bahariye’ye doğru güneşli bir havada deniz kıyısı boyunca yokuşu tırmanmak. O günlerde uykusuz olduğunu unutur, farklı bir enerji kazanırdı. Ne de olsa gençti.  

Akla gelen her uyku ilacını denemişti uyuyabilmek için; Melatonin, Pertrankil, Bondormin, İmovane ve daha niceleri… Bu ilaçlar  kısa bir süre uyumasına yardımcı olsalar bile sonradan alışkanlık oluşturmakta, faydasını görememekteydi.

Üniversite yıllarında, sınavlarda ise tam tersi sabaha kadar uyanık kalmak ve öğrendiklerini unutmamak için ilaç alırdı. Bir süre bu ilaçların uykularını alt üst ettiğini düşündüyse de sonradan bu varsayım ona pek inandırıcı gelmedi.

Artık yetmişli yaşları da devirmişti. Her gece mışıl mışıl uyuyor, sık sık rüyalar görüyordu. Sabahları uyandığında ise gördüklerini hatırlamaya çalışıyordu. O, rüyaların insanın yaşamında arka plana itilmiş ya da bastırılmış düşünce ve duyguların uykuda ön plana çıkması olduğuna inanıyordu.[2]

Eski tahta bir köşkün yaban otları ile dolu bahçesinde o, bir ağacın arkasına gizlenmiş, kuytuda, çırılçıplak yere uzanmış, alt alta üst üste on üç yaşlarında iki erkek çocuğu izliyor. Üsteki her gün evlerine ekmek ve gazete getiren bakkal çırağı. Ansızın bir el uzanır ve ensesinden tutarak azarlıyor; “Terbiyesiz, siktir ol git!”. Ses kulağında yankılanıyor. Uyandığında ensesinden tutanın kim olduğunu hatırlayamaz.

Bu rüyayı niye görmüştü? Bastırılmış duyguların dışavurumu muydu?

 



[1] CPAP cihazı (Contnous Positive Airway Pressure) uyku esnasında solunum bozukluğu yaşayan kişilerin kullandığı bir makinedir.


[2] Freud, rüyaları  baskı altında tutulmuş dileklerin farklı kılıklardaki gerçekleşmesi olarak görür. Freud'a göre kötü rüyalar beyne sıkıcı ya da üzüntü verici deneyimlerden kaynaklanan heyecanları denetleyebilme olanağı sağlarlar. Freud rüyaların birçoğunu oidipus kompleksine dayandırır.

 



POLİSOMNOGRAFİ BİR


 Uykusuzluklar nedeniyle ilk kez bir doktora  görünmesinden bu yana kırk yıl geçmişti. Yakın dostu olan doktor kendisini önce beyin tomografisi çektirmeye sonra da uyku laboratuvarında test yapmaya gönderdi. Uyku Laboratuvarı hastanede değil üniversitede yer alıyordu. Yanında getirdiği çizgili pijamalarını giydi, hemşire vücudunun her yanına, bacaklarına, kollarına ve göğsüne ucunda kablolar bulunan bir dizi elektrot yapıştırdı ve “iyi geceler” diyerek yanından ayrıldı. Bu kablolar küçücük odadaki delikten uyku odasının dışındaki bilgisayara bağlanmakta ve  sabaha kadar alınan sinyaller kaydedilmekteydi.

 



Memo bu ortam içinde ne denli tedirginlik duyduğunu ve nerdeyse hiç uyuyamadığını şimdi bile hatırlamakta. Bunu sabah belirttiğinde ise hemşire; “Sorun yok, polisomnografi testi başarılı. Uyuduğunuz bir, iki saat yetti” demişti. Raporda şöyle denmekteydi: “… özellikle sırt üstü yattığında belirginleşen, biyoelektriksek ve davranışsal uyanıklıklara neden olan periyodik bacak hareketlerinin varlığı dikkati çekmiştir.”

Biyoelektriksek… [3] bu kavramdan bir şey anlayamamış ancak “huzursuz bacak sendromu” diye de adlandırılan bu sürekli bacakları hareket ettirme dürtüsü yaşamı boyunca onu hayatından bezdirmişti. Yaşamının ilerlemiş döneminde ise bir mucize gerçekleşmiş ve bu illetten kurtulmuştu veya öyle olduğunu sanıyordu.

Bir gün Gerard yanına gelmiş kendisine derdine deva olacağını söylediği bir alet getirmişti. Gerard Levanten [4] bir aileden gelmekteydi ve elektrik mühendisiydi. Memo şaşkın bakışlarla ama incitmemek için -ne de olsa fazla bir tanışıklıkları yoktu ve yardımcı olmaya çalışıyordu- kibarca teşekkür ettiğinde Gerard açıklamaya koyulmuştu: “Bu priz toprağa gömülü bir iletken ile bağlıdır. Bundan dolayı da topraklama sayesinde elektrik sisteminde kaçak ya da fazla elektrik akımı olması halinde iletkenler ile bu akımı toprağa aktarmaktadır. Senin vücudunda da mevcut fazla elektrik akımını toprağa aktarmak için bu aleti yatağının başına bağlaman yeterli olacak.”

Bu öneride bulunan neticede konuyu bilen bir elektrik mühendisiydi ama kendisinin bir radyo ile eş tutulması uzun yıllar ailesi ve arkadaşları arasında mizah konusu oldu. O aleti yatağa bağlayıp fazla enerjisini toprağa aktarmaya çalışması ise bir sonuç vermedi.

Doktoru ise “epilepsi nocturne” demişti. [5] Epilepsi tanısı korkutucuydu. Epilepsi’nin halk arasında “sara hastalığı” olarak bilindiğini duymuştu. Sokakta sara krizi geçiren, ağzından salyalar akıtan  insanlara tanık olmuştu. Ancak kendisininki farklıydı. Günlük yaşantısında hiçbir belirtisi, dışa yansıması yoktu.



[3] Biyoelektrik yaşayan varlıkların ürettiği canlılık enerjisi, başka bir deyişle oluşturdukları elektriktir.

[4] Levantenler, Tanzimat sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun kıyı şehirlerine, başta Fransızlar ve İtalyanlar olmak üzere yerleşen Avrupalıların soyundan gelip günümüzde Türkiye’de yaşayan sayıları oldukça azalmış Hristiyanlardır.

[5) Uyku ve epilepsi arasında kompleks bir ilişki olduğu eskiden beri bilinmektedir. Bu ilişkiye ilk kez antik Yunan döneminde rastlanmaktadır. M.Ö. 4. yüzyılda Aristoteles uykunun epilepsiye benzediğini ve bazı yönlerden de uykunun epilepsi olduğunu söylemiştir. Epilepside beyinde bulunan nöronlarda ani ve kontrolsüz boşalmalar olur. Bunun sonucunda hastada istemsiz kasılmalar ve bilinç değişiklikleri yaşanır. 

                     

 DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL    

                          

Memo o gece yine mutat olduğu üzere saat on birde yatağa girdi. Uzun bir süredir uyku ilacı kullanmıyordu. Gözüne uyku girmedi, sabahları erken kalkacağı veya bir işinin olduğu zaman böyle oluyordu. Baş ucunda duran Stefan Zweig’ın kitabını aldı. Belki birkaç satır okursa uykusu gelir diye düşündü. “Gidilecek tek bir yol vardı artık fakat oradan da dönen olmuyordu.” Bu sözler yazarın intihar edeceğinin habercisi miydi? “Her nefis ölümü tadacaktır”. Bu ayet Zincirlikuyu Mezarlığı’nın üstünde yazar.

Ölüm kaçınılmazdır, gidilecek tek yoldur, istesek de istemesek de her canlı o yola girecektir. Ordan dünüş olmadığı da bilinen bir gerçek. İnsanlar ölümlüdür. Bilinmeyen ise o yoldan nereye gidileceğidir? Kimsenin dönmediği ise -ve bu nedenle gidilen yer hakkında hiçbir bilginin olmadığı da – malumun ilanıdır.



Memo çocuk yaştan beri ölümü düşünmesine karşın ölümden korkmuyordu. Onu endişeye sevk eden ruh yaşasa dahi bütüne karışacak  ya Tanrı ile birleşecek ya da evrenin bir parçası olacaktı. Bu durumda tinin ölümsüzlüğü kabul edilse bile bunu kendisi hatırlamayacak olduktan sonra ne işe yarardı? Aynen anne karnına düşmeden önce olduğu gibi. İşte kavrayamadığı buydu,” ben nasıl ben olarak yok olurum?”

Oysa kişi ne geçmişi ne şimdiyi, ne de geleceği düşünürse ve özellikle de, hiç umursamadığı varoluşunu umursar gibi davranmazsa hayata uyum sağlaması çok zamanını almaz. 

Sabaha karşı yine kötü bir düş gördü, üstelik net bir şekilde herşeyi hatırlıyordu. Ankara’da duruşmaya yetişmesi gerekiyordu. Uçağın kalkmasına çok az bir zaman vardı. Deli gibi koşuyor, önüne gelene çarpıyor, ter içinde dosyalar çantasından dışarı saçılıyordu. “Uçağınız kalkıyor beyefendi, kapılar kapandı!..” Yalvarıyor, ağlıyor. Bir sonraki uçağı alıyor çaresiz.

Soluk soluğa duruşma salonunun önüne geliyor, hışımla bir meslektaşının cüppesini kapıyor. Mübaşir; “Avukat Bey duruşma bitti, beş dakika geç kaldınız” diyor. “Nasıl olur, her daim yarım saat gecikme olur”. Zaptı istiyor. Mübaşir gevrek gevrek sırıtıyor, anlıyor, bahşişini istiyor. Zapta bakıyor, gıyabında [6] davayı kazanmış. 

Memo kan ter içinde uyanıyor, telefonundan saate bakıyor, sabahın beşi. Yeniden uyumak, rüyanın devamını görmek istiyor, olmuyor. Yatağından kalkıp kahvaltı ediyor, güneş ağarmak üzere…

Gerçekten bire bir aynısı olmasa bile benzer bir olayı yaşamıştı otuz yıl kadar önce. Davasını kazandığı kişi en önemli müvekkiliydi, sonucun lehte olmasına rağmen son duruşmaya katılmadığını bilse nasıl bir tepki verirdi, pek iyi olmazdı herhalde. Metinden “davacı vekilinin gıyabında” sözcüklerini tipikle sildikten sonra kararı fax ile gönderiyor.

Telefonu çalıyor, holding CEO’su kendisini tebrik ediyor ve iyi bir vekalet ücretine hak kazandığını ayrıca D. E’nin kendisini görmek istediğini söylüyordu.


[6] Hukukta kararın gıyabında verilmesi taraflardan biri olmadan yargıcın karar vermesi anlamına gelir.


PARLAMENTO 

 

Yaşam bir rüya mı, yoksa rüyalar yaşamın farklı bir yanılsaması mı diye düşündü Memo. Avukatlık sıkıntılı bir meslekti. Hep başkasının dertlerini dert edinir, kendi sıkıntılarını düşünmeye vakit bulamazdı. Bir bakıma emekli olduğuna seviniyordu. Günlük ufak tefek sıkıntılar. Tamirci ne zaman gelecek? Yine musluk tıkandı, fena düştüm ama iyi ki kafamı kırmadım, biz yaşta hep oluyor… Arkadaşlarla bir araya geldiklerinde – ki genelde Yordam’da toplanırlardı- en önemli sohbetleri rahatsızlıklardı, benim kulağım çınlıyor, senin katark ameliyatın nasıl geçti, sonunda “yine mi hastalıklar” der ve konuyu değiştirirler sıra günlük siyasi gelişmeler hakkında ahkam kesmeye gelirdi.

“Parlamento” diye adlandırdıkları bu arkadaş toplantılarının müdavimlerinden Zozo bu defa da konuyu 6-7 Eylül olaylarına getirdi.  Bu olayların yaşandığında  dokuz yaşındaymış. Sonradan göç ettiği Atina’da Nea Smirni [7]semtine yerleşmiş, tarih okumuş, sayısız incelemeler kaleme almış. Emekliliğinde ise yılın bir-iki ayını çok sevdiği  Büyükada’dan edindiği ve unutamadığı arkadaşlarıyla geçiriyordu.

“Bu bir devlet operasyonuydu” diye söze başladı. “Titizlikle örgütlenmiş bir özel harp faaliyetiydi. Millî İstihbarat Teşkilâtı tarafından planlandı, dersini iyi ezberlemiş kalabalıklar tarafından şevkle uygulandı. Öldürülen kişilerin sayısı, kayıtlara geçtiği kadarıyla 37’ydi. Kayıtlara 60 olarak geçen tecavüz vakasının gerçek sayısı ise 400 civarındaydı. Bazı kadınlar tecavüz edildikten sonra öldürüldü. 90 yaşındaki rahip Hrisantos Mantas diri diri yakıldı. En az birkaç rahip bıçakla ve zorla sünnet edildi. Onlarca kişi linç edildi. Yalnızca İstanbul’da değil, İzmir ve Ankara’da da benzer olaylar yaşandı, üstelik Urfa, Mardin, Midyat’ta da Süryanilere saldırıldı. 4 bin 214 ev, 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, işyeri ve dükkân benzeri toplam 5 bin 317 mekân yakıldı, yıkıldı, yağmalandı.” [8]

Herkes ilgiyle pür dikkat dinliyor Zozo kendini kaptırmış konuşmasını- belki konferansını demek daha doğru olacaktı- büyük bir ciddiyetle sürdürüyordu: “Bakın buna dikkat edin! Gerçeğin yeterince bilinmeyen bir yanı var. En çok kullanılan fotoğraflarda dükkanlara, işyerlerine yönelik tahrip ve yağmayı görürüz. Fotoğraflarda dükkânlara saldıranları, İstiklal Caddesi’nin boydan boya kumaşla, yağmadan arta kalan mallarla kaplandığını izleriz.

Böyle bir temsil, insan zihninde yanlış bir algıya hizmet eder. Bu, azınlıklar zengindir ve saldırı bu zenginliğe karşı yapıldı algısıdır. 6-7 Eylül’ün bir servet düşmanlığı olarak sunulmasıdır.


Oysa saldırılar en yıkıcı, en tahrip edici yüzünü başta Rumların olmak üzere gayrimüslimlerin kutsallarına, kiliselerine, sinagoglarına, mezarlıklarına karşı göstermiştir. Kiliseler birkaç saat içinde harabeye çevrilmiş, dinamitle patlatılmış, ateşe verilmiştir. Kilise içinde kutsal eşyalar tahrip edilmiş, İsa tasvirlerinin gözleri oyulmuş, haçlar kırılmış, mezarlar açılıp cenazelerin kemikleri ortalığa saçılmış, yeni gömülmüş bir cenaze ağaca asılmıştır.”

 

Memo, bir dönem söz edilmesi bile tabu olan 6-7 Eylül’de bir pogromun yaşandığını biliyordu ancak Zozo’nun açıklamaları karşısında olayların vahametini daha iyi kavramış oldu. O gece yatağında dönüp durdu, yine o huzursuz bacak sendromunun tedirginliğini hissetti, “yine mi?” diye bir an paniğe kapıldı ve yorgun düşüp sızdığında da kendini yangından kaçan kalabalığın arasında buldu. İnsanlar alevlerden kurtulmak için kendilerini denize atıyor, bir kısmı ise mavnalara doluşmuş teknelere tırmanmaya çalışanlara yardım etmeye çalışıyorlardı. Açıkta demirlemiş İngiliz savaş gemisinin kaptanının pis pis sırıtmasıyla uyandı. Her halde iki yıl önce Yunanistan’da izlediğim “Sevgili İzmir” filminin etkisinde kaldım diye düşündü.


[7] Nea Smirni (Yeni İzmir) Atina’da İzmir Yangınında küle dönen evlerini terk edip göçen zorlanan Rumların kurdukları semtin adıdır.

[8] Bu veriler uluslararası literatürde 6-7 Eylül hakkındaki en kapsamlı kitabın yazarı olarak tanınan Speros Vryonis’in verdiği rakamlardır. 


  POLİSOMNOGRAFİ İKİ 

 

Memo kapsamlı bir checkup yerine tercihini uyku odasında kontrole girmekten yana kullandı. Ne de olsa ilk kontrolü yaptırdığından bu yana yıllar geçmişti. Memo Amerikan Hastanesi Uyku Bozuklukları Kliniği Direktörü Dr. Sabri Derman’a yirmi yıl önce bu testi Hayfa Teknion Üniversitesi’nde yaptırdığını söylediğinde doktor; “Biz de bunu yeni bir yöntem, bu alanda öncüyüz diye düşünmüştük” diyerek hayretini ifade etmişti.

Sonuç “Hastanın uykusunda apne [9] ve hipopne” varlığı teşhisinde bulunulmuş, CPAP cihazının kullanılması, ayrıca “hiponeleri [10] eğer yapısal tıkanmalardan kaynaklanıyorsa” cerrahi yöntemlerle tedavi önerilmişti.

Memo hastahane lobisinde nörolog arkadaşına rastladığında uyku odasının raporunu göstermiş; “bak epilepsi değil apne imiş” dediğinde Dr.G. E “demek o da varmış, sen bir KBB uzmanına görün” türünden bir yanıt vermişti. Yani hem epilepsiden hem de apneden muzdaripti anlaşılan!  

KBB Uzmanı Prof.Dr. Sami Katırcığlu’na başvurmuş, nefes almayı güçleştiren ve burun tıkanıklığına neden olan kemik eğriliği ve deviasyon giderilmişti. Zorlu bir ameliyattı, iki hafta boyunca morarmış, şişik bir yüzle dolaşmıştı. İlk kez cerrahi bir müdahaleye tabi tutuluyordu, ilk kez anestezi [11] ile uyutuluyordu.

Daha önce, sekiz yaşında iken bademcik ameliyatı geçirmiş ancak iki erkek hemşire kollarından kımıldamasını önlemek için sıkı sıkıya tutmuş, doktor da kerpeten gibi bir aletle ağzı içinde bademciklerini kesip almıştı. Burnundan, kulaklarından dışarı kan fışkırdığını hatırlıyordu. Çocuklara böylesi bir işkencenin reva görülmesi olacak şey değil diye düşündü. Sonrasında bol bol dondurma yemesi istendi. Bu da çektiği cefanın bir telafisiydi galiba.


BEL FITIĞI


Memo emekliliğinde bol kitap okuyor, sabahları yakınında yer alan olimpik havuzunda yüzüyor veya jimnastiğe gidiyordu. Başlangıçta on havuz yapıyor, kırk dakika boyunca kulaç atıyordu. Daha genç yaşlarda hep özlemini duymuştu bu sporu yapmanın. Kırk yaşlarında iken bel fıtığı [12] geçirmişti.  Koşuyu pek severdi. Bel fıtığı olduğunda ise bırakın koşmak adım atamayacak hale gelmişti. Bir ay sert bir zeminde yattıktan sonra düzelme olmayınca her yolu denedi. İlkin Fransa’dan gelen bir doktor belinden bir iğne yaptı, bir süre işe yaradı sonra yine eski haline döndü.

Bir keresinde yaşlı bir ninenin bu sancılara iyi geldiğini duydu, zar zor taksiye bindi, İstanbul’un hiç tanımadığı kenar mahallelerinden geçerek sonunda aranan adrese ulaşıldı. Binada asansör yoktu, üç katı zor bela merdivenlerden sürünerek çıktıktan sonra hafif aralık duran kapıdan içeri girdi. Tabi yol boyunca eşi kendisine destek oluyordu. İyi aydınlanmamış bir salonda acı içinde bekleyen yedi sekiz kişi kadar vardı. Kendisini daha da loş bir odaya aldılar. Oldukça şişman, başı örtülü bir kadın yatağı göstererek “uzan” diye buyurdu ve üstüne çıkarak zıplamaya başladı.

Memo o an öleceğini sandı, işkencenin ne kadar sürdüğünü şimdi hatırlamıyordu ama o şiddetli sancıdan sonra ayağa kalkıp iki adım attığında hafiflediğini hissetti, oldukça daha iyi idi galiba. Ne de olsa o yüz kiloluk kadın üstünde tepinirken verdiği sancı azalmıştı. Eve döndüğünde ise hiçbir iyileşmenin olmadığını anladı, Allahtan sakat kalmadım diye düşündü.

Baş vurmadığı yol kalmadı Memo’nun. Sığır etini soğanla iyice yoğurup beline bağla dediler. Onu da yaptı, zamanla et kokmaya başladı. Belindeki kuşak da gevşedi. Bir gün bir alışveriş merkezinin tam orta yerinde o et parçası vücudundan kayıp  yere düşüverdi. Vücudun sıcaklığından iyice pişen etin saçtığı koku ve insanların şaşkın, ayıplar bakışları arasında yerdeki parçalanmış et torbasının gerçeküstü görünümü… Memo uykudan kan ter içinde uyandı ve gördüklerinin kendisinin değil yakın arkadaşı A. M’nin başından geçen bir hikâye olduğunu hatırladı.

Sonuçta masa başında çalışan pek çok insanda görülen bir rahatsızlıktı bel fıtığı. Büroda herkeste bel fıtığı vardı ve toplantı odasına yerleştirilen yatakta her biri uzanarak dinlenir, egzersizler yapardı. O barfiksin vücut kaslarını geliştirdiğine ve bunun fıtığa iyi geldiğine inanırdı. Kendinden yaşça çok daha büyük olan Avukat A.U bürodaki odasının kapısına barfiks demiri koydurmuştu.

Memo yaşamı boyunca bel fıtığından kurtulamadı, yaşamı boyunca bildiği egzersizleri tekrar etti. MR sonucunda L4-L5 disklerinde sorun olduğu ve dış bağlarda bozulma meydana geldiği tespit edilmişti. Kimi zaman ağrılar kendini daha çok belli etti, kimi zaman kendini unutturdu. Yaşlılığında ise boyun ağrıları da eklenince her sabah yataktan her tarafı tutulmuş bir halde kalkıyor, bu durum bir süre sonra düzeliyordu. Yüzme iyi geliyor muydu, pek emin değildi. Yüzdüğü zaman da boynu tutuluyordu.

Boyun ağrılarına “servikal disk hernisi” [13] teşhisi konmuştu. Boyun disklerinde aşınma sonucu jelatiniz sıvının azalması ve sinir aralarına sızmasından kaynaklanan bir durumdu bu. İki kez fizik tedavisi görmüş, bazı hareketleri devamlı yapması söylenmişti. Başlangıçta boynu tamamen tutulmuş, çok şiddetli ağrı yapmış, sancıyı azaltmak için ağrı merkezinde kendisine iğne yapılmıştı. Ağrılar zamanla şiddetini kesmesine karşın tutukluk boyundan omuz ve kollarına doğru yayılmakta, oldukça rahatsızlık vermekteydi.

Memo Ladino[14] dilinde büyükannesinin söyleyip durduğu bir deyişi çok sevmişti; “Kada diya kon su maraviya”. [15] Böylece yaşlı kadın her uyandığında farklı bir yerinin  ağrıdığını dile getirir ve yakınırdı.

Memo’nun sık sık kullanıp durduğu bir laf daha vardı; “kaporta mühim değil yeter ki motorda bir arıza olmasın!” Bu cümle ciddi rahatsızlar olmadığı sürece ufak tefek  arazların önemli olmadığı anlamına geliyordu.

 


[9] Uyku apnesi, uyku sırasında üst solunum yolunun tıkanması ile solunumun tekrar tekrar durup başladığı ciddi bir uyku bozukluğudur. Bu, hava yollarının tıkanması (obstrüktif uyku apnesi) ya da beynin solunumu doğru şekilde kontrol etmemesi (merkezi apne) nedeniyle olur. Uyku apnesi sırasında üst solunum yolunun açık kalmasını sağlayan kaslarda gevşeme olur, dil kökü veya yumuşak damağın veya aşırı büyümüş bademciklerin hava yolunu tıkaması sonucunda en az 10 saniye nefes alamamak uyku apnesi olarak adlandırılır.

[10] Solunum hareketinin azalması ya da kandaki Oksijen doygunluğunun (O2 saturasyonu) azalması ya da bu nedenle oluşan uyanmalar hipopne  olarak ifade edilmektedir.

[11] His kaybı anlamına gelen anestezi, cerrahi operasyonlar sırasında ağrı duyulmasını engellemek için kullanılır. Anestezide ilaçlar aracılığıyla sinirlerden beyindeki merkeze giden duyusal sinyaller geçici olarak bloke edilir.

[12] Bel fıtığı, omurgalar arasında, amortisör görevi gören disklerin (zorlama, düşme, ağır kaldırma ya da zorlanması sonucu) kayması veya yırtılması sonucu meydana gelir. Omurgalar arasında intervertebral disk adı verilen pedler bulunur. Her diskin, çekirdek olarak adlandırılan sert, lifli bir dış tabaka ile çevrili yumuşak, jel benzeri bir merkezi vardır.

Kaymış- yırtılmış disk olarak da adlandırılan bel fıtığı, zayıflamış veya yırtılmış diski zorlayarak omurilikten çıkan sinirler üzerinde bir basınç oluşturur; bu da şiddetli ağrılara neden olabilir. Her ne kadar sinir basısı bel bölgesinde olsa da ağrılar bu sinirlerin hedef organı olan bel, kalça ya da bacak bölgelerinde de görülebilir.

 


[13]  Servikal disk hernisi halk arasında boyun fıtığı olarak bilinir.

 

[14] Ladino Yahudi İspanyolcası veya Judeo-Espanyol olarak da bilinir. Çoğunlukla İsrail, Balkanlar, Kuzey Afrika’da yaşayan Sefarad Yahudileri tarafından konuşulan bir lisandır.

[15] Kada diya kon su maraviya Ladino lisanında bir deyim olup her gün kendi mükemmeliyeti anlamına gelir. 

                                                            

TİNNİTUS          

                                          

Memo rahatsızlıklarının bir listesini yaptı; başta gelen kulakta çınlama sesiydi. Buna tıbbi lisanda “tinnitus”[16] deniyordu.  Gitmediği doktor kalmamıştı. Her biri; “bunun kesin bir tedavisi yok. Kafayı takma” demekteydi. Yaşam seviyesini oldukça düşüren bir rahatsızlıktı bu ve kafayı takmamak olası değildi. Hele sessiz ortamlarda çınlama sesi kat kat artıyor, dayanılmaz hale geliyordu. Önemsenecek derecede bir işitme kaybı olmadığı halde işitme cihazı takmayı denedi, olmadı. Kuş cıvıltıları, dalga veya yağmur sesi ile çınlama sesini perdelemeye çalıştı, olmadı. Caz, klasik müzik dinledi kulaklıklarla gün boyu…

Tinnitus da sonuçta kaportada bir arızaydı, baş edilmesi zor hatta olanaksız olsa da bir ölçüde tahammül edilebilirdi. Buna bir de boyun ağrıları/tutulması ve gözlerinin ağırlaşması eklenince nerde ise kafasını dik tutamıyor, tüm bu zincirleme rahatsızlıklar yaşama zevkini azaltıyordu.

İki gözünden katarak ameliyatı [17] olduktan sonra – bir gözü uzağı görmeye diğeri de yakına ayarlandığından gözlük kullanmayı bırakmıştı, bu da onu memnun ediyordu. Ancak ameliyat sonrası ameliyata bağlı olarak veya değil gözünün yaşarması, kaşıntı ve batma her türlü göz damlası kullanmasına karşın bir türlü geçmedi. Gözdeki aşırı sulanmaya karşı göz kapağı ameliyatı oldu. Göz akıntısının böylece önüne geçildi. Bu sefer göz kontrolünde ufak rakam ve sayıları görmeyince doktor bulanık görmeyi ortadan kaldırmak ve mercek kaymasını gidermek için ufak bir operasyona da gerek gördü.    

Sonuç gözündeki rahatsızlığa bir türlü çözüm bulunamadı, rüzgârdan oldukça etkileniyor, sabahları gözünü zor açıyor, her tarafı çapak doluyordu. Ağırlaşan gözleri, çınlayan kulakları ve boyun ağrısına rağmen Memo yaşama  pembe gözlüklerle bakmaya devam etti. Ta ki üç gece peş peşe yataktan kalkarken düşüp her defasında bir yerini kırana dek…

Korkunç bir düş görmüştü, nefes alamıyor, tıkanıyor, yere düşüyor ve ölüyor. O gece işte yatağından düşmüş, yere kapaklanmış ve burnunu kırmıştı. Nasıl, neden düştüğünü ise hiç hatırlamıyordu. Bir olasılık yanında duran  tekerlekli büro sandalyesine tutunmak isteyip başaramayınca yere yıkıldığıydı. Nitekim yere devrilmiş sandalye de bunu kanıtlıyordu. Burnundan kan boşalmış, sancılar içindeydi. Hastanede burun, sırt ve göğüs röntgeni çekildi, genç nöbetçi hanım doktor EKG [18] çektirmesini söyledi. Sonrasında burun kırığının önemli olmadığını esasen omurgadaki C-7 diskinde [(19] kırık olduğunu, ortopedi uzmanına gözükmesi gerektiğini belirtip taburcu ettiler.

 


[16] Tinnitus akustik bir uyaran olmaksızın hastanın bir ses algılaması olarak tanımlanabilir 

[17] Katarakt, göz merceğinin veya onu çevreleyen şeffaf zarın ışığın geçişini engelleyecek şekilde bulanıklaşmasıdır. Tedavi edilmediğinde körlüğe neden olabilen katarakt bulanık, bulutlu veya çift görme, ışığa karşı hassasiyet ve geceleri görmede zorluk belirtileri ile karakterizedir. Genellikle yaşlanmaya bağlı ortaya çıkan katarakt, aynı zamanda göze perde inmesi şeklinde de tarif edilebilir. 

[18] EKG (Elektrokardiyogram) cihazının göğüs üzerine yerleştirilen altı adet elektrotu ve kollar ile bacaklara yerleştirilen dört elektrotu ile elektriksel aktivitenin konumu, çizgisel olarak bir grafiğe aktarılır. Bu sayede hem elektriksel aktivite hem de kalpteki kasılma ve gevşemeler gözlenir.


(19] Omurga, kafatasından başlayıp omurgada sonlanan toplam 33 omur (7 boyun, 12 sırt, 5 bel, 9 kuyruksokumu) parçasından oluşur.


GAZ BOMBASI

 

Memo Gezi Parkı olaylarını hatırladı. Taksim Gezi Parkı’nın bir kısmına inşa edilmesi planlanan Taksim Kışlası’nı engellemek ve ağaçların sökülmesine karşı çıkmak için çevre aktivizmlerinin başlattığı hareket ülke çapında genişlemiş, park alanı bir panayıra dönüşmüştü. O da destek amacıyla parkı ziyaret etmişti. Gençler çadırlarda geceliyor, şarkılar söylüyor, Taksim Meydanı’nda yabancı ülkelerden gelen piyanistler destek amaçlı konserler veriyordu. Anarşistler siyah, komünistler kızıl bayraklar dalgalandırıken, Atatürk Kültür Merkezi’nin çatısına çıkan bazı gençler de üzerinde “Yaşasın Taksim Direnişi” gibi sloganlar yazan devasa pankartlar asmışlardı. Kız bir öğrenci yanına yanaştı ve “isterseniz bu kutudan sıgara alabilir, isterseniz bağışlayabilirsiniz” demesini çok beğenmiş, ancak Gezi Parkı arkasında, Mete caddesine bakan alanda yakılmış otobüslerin durumunu görünce bu vandalizmi onaylamamıştı.

Halkın her gece pencere ve balkonlara çıkarak tencere ve tava sesleriyle ve sloganlar atarak destek verdiği kalabalık her gün büyüdü. Polis sabah saat 05.00’te parkta uyuyan eylemcilere müdahaleede bulundu, eylemcilerin içinde uyudukları çadırları ateşe verdi. Yakılma görüntüleri sosyal medyaya yansıyınca büyük infiale yol açtı.

 


Taksim meydanında toplanan binlerce kişiye polis biber gazı ve su sıkarak müdahalede bulundu. Eylemciler kentte barikatlar kurdular, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş futbol takımlarının taraftar grupları birlikte Taksim Meydanı’na yürüdü. Türkiye’nin birçok kentlerinde çok sayıda eylem ve çatışma yaşandı. İstanbul Okmeydanı’nda sıkılan gaz fişeğiyle yaralanan 14 yaşındaki Berkin Ervan yaşamını yitirdi. 40 bin polis gücü sert müdahalede bulunarak eylemcileri püskürtü.

Bir grup genç arka yollardan kaçışarak kentin farklı noktalarında toplandı. Memo da ne oluyora bakmak kısmen de destek vermek adına Teşvikiye meydanına çıktı, kalabalığın bulunduğu tarafa yönelmek istedi.

 Caddeden geçerken yolun Nişantaşı yönünde sıra halinde dizilmiş panzerler refakatinde düz bir çizgi halinde ilerleyen polis güçlerini gördü. Ansızın sıkılan gaz fişekleri vızıldıyarak yanından geçmeye başladı. Kaçmaya çalıştı ancak ne mümkün arkasından gelen gaz bombalarının her biri birkaç adım önüne düşüyor ve patlıyordu.



İşte o an Memo nefes alamadığını hissetti ve yere yığıldı. Sonradan iki gencin onu kaldırarak Hüsrev Gerede caddesindeki evlerden birinin bodrum katına bıraktıklarını öğrendi. Onunla ilgilenmişler, gaz maskesi takarak zehirlenmesini önlemiş ve yarı baygın halde apartmanın merdivenlerinden bodrum kata indirmişlerdi. O gece rüyasında gördükleri o korkulu anların bir canlandırılmasıydı.


 KALP SORUNLARI 

    

Peki Memo niye üç gece peş peşe yataktan düşüp bir yerlerini kırmıştı? Panik atak mı geçirmiş, yoksa  bir kalp rahatsızlığı mı vardı?

Kardiyolog ilkin kendisinden eforlu EKG  yapmasını istedi. EKG’yi yapan doktor onu iyi bulmadığını acilen kardiyoloğa görünmesini tembih etti. Memo endişelendi, aile doktoru bir süre önce kendisine de anjiyo [2O] yapıldığını ve sten [21] takıldığını, bunun günümüzde basit bir müdahale olduğunu söyledi. Raporda ise “Diskinesin” [22] teşhisi kondu ve bunun damarlara kanın gitmesini önleyebileceği belirtildi.

Kardiyolog ise anjiyo yerine “Miyokardı perfüzyon sintografisi” [23] yapmasını istedi. On beş günde sonuçların alınacağını söylemesi üzerine de Memo’nun “niye doğrudan anjio yapmıyoruz, zaman kaybı değil mi?” sorusunu doktor “yolunda gitmeyen bir durum varsa anında uyarırlar” diyerek yanıtladı. Sintografisi ise tamamen sorunsuz çıktığında Memo kendini yeniden hayata dönmüş gibi hissetti. Ne var ki “kalp holteri”nde [24] bir saatte 170 APC’s [25] ve dakikada 107 [26] taşikardi tespit edilmiş, bazı ilaçlar yazan  kardiyolog kendisini altı ay sonra görmek istediğini belirtmişti.

Memo taşikardinin belirtilerinin ne olduğuna Google'da bakınca; baş dönmesi, nefes darlığı, göğüs ağrısı, ani güçsüzlük ve bayılma olduğunu görecekti. Demek bayılıp düşmesinin, birkaç yerini kırmasının nedeni buydu diye kendince fikir yürüttü.

Yeniden aile doktoruna sonuçları bildirmek için gittiğinde o kendisine; “ben senin huzursuz bacak sendromuna da bir çare bulacağım” demiş, bulmuştu da… Parkinson [27]  tedavisinde de kullanılan  bu ilaç ilk günden etkisini gösterdi. Memo artık bacaklarındaki huzursuzluğu alt etmek için gece boyunca sık sık yatağından kalkmıyor hatta gün içinde bile kestiriyordu.

_________________________

 [20) Anjiyo veya anjiyografi özellikle atardamar, toplardamar ve kalbin içini görüntüleyen medikal görüntüleme tekniğidir.

(21) Stant tıpta kan damarlarındaki ve çeşitli kanallardaki akışı optimize etmek için gerekli bölgelere yerleştirilen yapay bir araçtır.

(22) Diskinesin kaslar üzerindeki spazmların yanlış iletiler nedeniyle vücudun farklı bölgelerine yayılması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. İstemsiz hareketlerin görüldüğü bir hareket bozukluğu olarak tarif edilir.

(23) Miyokardı perfüzyon sintografisi veya taraması (MPS olarak da anılır) kalp kasının işlevini gösteren bir nükleer tıp prosedürüdür. Koroner arter hastalığı  hipertrofik kardiyomiyopati ve kalp duvarı hareket anormallikleri gibi birçok kalp rahatsızlığını değerlendirir. Dinlenme perfüzyonunun azaldığı alanları göstererek miyokard enfarktüs bölgelerini de tespit edebilir. Miyokardın fonksiyonu da kalbin sol ventrikül enjeksiyonu fraksiyonu hesaplanarak değerlendirilir. Bu tarama, bir kardiyak stres testi ile birlikte yapılır. Tanısal bilgi, değişken perfüzyonlu kalpte kontrollü bölgesel talyum maddesi provoke ederek üretilir.

(24) Holter belirli bir ortam bulunmaksızın kalp ile ilgili rahatsızlık yaşadığını söyleyen kişilerin günlük hayat içinde kalbinin elektriksel faaliyetlerini kaydeden bir cihazdır. 24, 48 ya da daha uzun sürelerle kalple ilgili kayıtları almaya yarar.

(25) APC’s kalp kulakçıklarında oluşan ekstra atılımlardır. Çoğunlukla zararsızlardır ve tedavi gerektirmezler. Ancak sık olursa atriyal fibrilasyon denen önemli bir ritim bozukluğunun habercisi olabilir.

(26) Sağlıklı bir insan kalbinin dakikadaki atış sayısı 60 ila 100 aralığındadır. Bu sayılar, günün saatine, vücudun ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Dinlenme halindeyken görülen 90 üzeri atış sayıları taşikardi varlığına işaret ediyor. Taşikardi, dakikada 100 atımın üzerindeki kalp atış hızını ifade için kullanılan tıbbi bir terimdir.

(27) Parkinson hastalığı, dopamin seviyelerinin düşmesine neden olan beyin sinir hücre hasarının yol açtığı, elde titreme ile başlayan, kas sertliği yanı sıra denge kaybı gibi kontrolün bulunmadığı belirtiler gösteren ve yavaş ilerleyen nörolojik bir hastalıktır.


HAFTAYIM 


O gece uykusunda iki arkadaşı ile Beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaşıyorlardı. Tabelada “Abanoz Sokağı” [28] yazan yolun girişindeki polis kulübesinin yanından kalabalığa karışarak içeri sıyrılmaya çalıştılar. Rüyada gördüğü polislerin bıyıklı yüzleri onu korkuttu, uyandı ve yeniden uyudu. Rüyanın devamını merak etti

Üç kafadar sokağın temaşa ve cümbüşüne, “Padişah macunu” veya midye dolma satan satıcıların gürültüsüne  takılmaksızın sokağın en az göze bakan, en az revaçta olan sonundaki eve yöneldiler. Yine de kapının parmaklıklarından içeriyi görebilmek için bir süre beklemeleri gerekti. Tam ki öne ulaştılar aralarından biri su koyuverdi. “Gelsene-yok indi, ben gelmiyorum”.


Arkadan “haftayım” [29] sesleri yükseldi. “Hadi bızdık ya gir ya çık!”. Sonunda “Memo” ve arkadaşlarından bu işin en deneyimlisi içeri girdiler. Memo kadınların en çirkinine, en yaşlısına yanaştı; “Hadi çık soyun, ben geliyorum”. Çirkinine yanaştı çünkü güzelinin isteklisinin çok ve zamanı az olacağından ona yüz vermeyeceğini düşündü.

Çirkini leğeniyle içeri girer. Memo göğsüne dokunmak ister, küfürü yer. “Bir de memelerimi elleyecek edepsiz. Sarka sarka bu hale geldiler zaten. Yat buraya, külotunu da ben mi çıkarayım”. Alıp içine yerleştirir; “Bızdık hemen de geldi, hadi git büyü de gel!”. Kadın söylenmeye devam eder: “Kimi sorar abla nasıldım, diğeri zevk aldın mı? diye.

Memo’nun bütün keyfi kaçmıştır. Sinir içinde uyanır.

_____________________

 [28] 1884 yılı şubat ayında şura-yı devlet kararıyla bir talimatname yayınlanarak hizmete açılan İstanbul'un ilk genelevi. Beyoğlu’nda kuruldu. Bu genelev dışında genelev açılması ise yasaklandı. Genelev Abanoz sokağında yer aldığında sokağın ismiyle anıldı. 1970 yılında genelevler Zürafa sokağına taşındı.

(29) Haftayım futbol maçlarında iki devre arasında verilen on beş dakikalık araya denir. Ancak Abanoz sokağında randevu evinin kapısında bekleyenlerin arkadakilerle yer değiştirmeleri için yapılan argo lisanındaki sesleniştir.

 


 POLİSOMNOGRAFİ ÜÇ


Aile doktoru ondan yeniden uyku kontrolü yapmasını ister. Artık uyku odasında yatması gerekmiyordu. Küçücük cihazı nasıl takacağı kendisine gösterilir. Gece on ikiden sabah altıya kadar Polosomnografi cihazı, göğüs ve bacaklarına bağlı elektrotlarla alınan sinyalleri kaydedecekti. Ertesi gün hemşire telefonla arayıp galiba uyumayı başaramadığından sonuç alınamadığını, bu nedenle kontrolün bir kez daha tekrarlanmasını ister.

İkinci kez yapılan kontrolde beş saat 22 dakikalık uyku süresince 86 kez ağır, 78 kez de hafif nefes tutulması, saatte 31 vaka ve 178 kez kanda oksijenin azaldığı, ayaklarda da saatte 16 sıçrama gerçekleştiği belirlendi. “Oxygen seviyesinin” ise 92 ile 80 arasında olduğu tespit edildi. [30] Nefes kesilmesinin ciddi boyutlarda olduğu ve CPAP kullanımının zorunlu olduğu sonucuna varıldı.

Maskesi çok daha hafif ve kullanışlı olan CPAP cihazları hınzır gibi yetişti. Daha evvelce kullanmaya çalıştığı maskeler ağzı ile burnunu tamamen örtmekte, bu yeni maske ise sadece belli belirsiz burnunu kapsamaktaydı. Maske sadece burun deliklerini örtüğünden ve basınçlı havayı burundan aldığından ağzı açık uyumasına da gerek kalmıyordu.


İlk gece sorun yaşamadan uyuyabildi. Bacaklarında da hiçbir tedirginlik hissetmediğinden yıllardır, nerdeyse çocukluğundan beri hasret olduğu uykuya kavuştu. Sadece sabah uyandığında ağzı ve burnu kurumaktaydı. Böylece uykusuz Memo uykucu Memo’ya dönüşüverdi.

---------------------------

 [30 ] Normal bir kişide “oxygen seviyesi” nin 96-100 arasında olması gerekir. Ancak bu değerin 80’nin altına düşmesi durumunda kalp ve beyin fonksiyonlarına zarar verebilir.


TERAKKİ 


O sabah spor yapmaya gitmedi. Çünkü 68 yıldır bir araya gelmediği ilk okuldan sınıf arkadaşlarıyla toplanacaklardı. Törenlerde beyaz saçlı müdire hanım ve yanında birkaç öğretmenin daha yer aldığı yüksek merdivenleri olan sarı renkte çirkin bina gözünün önüne geldi. Karanlık yağmurlu kış günlerinde kalorifer dairesinin yanında yer alan bodrum katında sıkış mıkış teneffüse çıktıkları günleri hatırladı. [31]

 

 

Oldukça heycanlıydı. İnsanın gelecekten bir beklentisi olmayınca geçmiş anılarıyla yaşıyor diye düşündü. Bu karşılaşmanın gerçekleşmesi için uzun süredir hazırlık yapmışlardı. Whatsapp’ta bir grup açıldı, on bir kişi geleceğini yazdı. Oysa sınıf mevcudu kırk ikiydi. Bir kısmı yurt dışına yerleşmiş, bir bölümü de rahmetli olmuştu. Çoğunun da izini kaybettiklerinden kendilerine ulaşılamamıştı.

68 yıl sonra dile kolay, hiçbirinde o okul fotoğrafındaki 7-8 yaşlarındaki çocuktan bir esinti, bir iz kalmamıştı. Memo ne kadar da yaşlanmışlar diye düşündü, galiba kendini görmüyor, içindeki çocuğun sesini dinliyordu.

Aralarında sosyolog/antropolog profesörü V.A yanında getirdiği her sınıfın fotoğrafında yer alan her çocuğun adını ve sınıf numarasını hatırlıyordu. Meliha, Feriha, Meserret, Aliye öğretmenler, hiçbirinin adları altmış beş yıllık öğrencileri tarafından unutulmamıştı….

   


Hep birlikte yarım yamalak hatırladıkları okul marşı söylendi; “yeşille sarıdır okulun bayrağı…”

Anılar peş peşe geldi. Sınıfta bir gün öğretmenin R. B’yi derse kaldırıp “muhtarın görevi nedir?” diye sorduğunda; “yumurtlamak” yanıtını verdiğini ve ne kadar güldüklerini anlatı Memo. Diğer çocuklar onun R. B’ye âşık olduğunu söyleyip kızdırdıklarını hatırladılar. R.B o yaşlardayken bile gösterişli bir kızdı. Sonraki yıllarda ise tam rüküş bir hanımefendiye dönüşmüştü.

Valikonağı Caddesi’nde “Sünbül” apartmanında kim oturuyordu diye kafa patlattıklarında Memo şimdilerde yüksek binaların yer aldığı  o toprak yokuşun tam altında, teneke mahallesinin yer aldığını ve  sınıf arkadaşıyla birgün tepeden aşağı indiklerinde bir sokak köpeği sürüsünün kendilerini nasıl kovaladığını, ter içinde güçlükle kurtulduğunu hatırladı. Oysa “tepeden aşağı inmeyelim, köpekler var” diyerek uyarmasına karşın arkadaşı, “biz hızlı koşup kaçarız, bir şey olmaz” demişti. Kendisi kaçabilmiş, İ.T ise o yaşlarda oldukça tombiş bir çocuk olduğundan paçayı sıyıramamış ve köpeklerden bir ısırınca otuz gün midesinden kuduz aşısı olmak zorunda kalmıştı.

Görüşme sonrası her birinin duyguları aynıydı, whatsapp’a yazdıkları mesajlarda  67 yıl sonra sınıf arkadaşlarını görmekten çok memnun olduklarını ve tekrar bir araya gelmeyi arzu ettiklerini yazdılar.

-------------------------------

 [31] Söz konusu olan Teşvikiye ile Nişantaşı arasında şimdi City’s alışveriş merkezinin bulunduğu konumda yer alan Şişli Terakki Lisesi’dir. Okul  o yıllarda iki tarihi konağın bulunduğu bir alanda yer almaktaydı; Başmabeyinci Konağı’nın cephesi Teşvikiye Caddesi’ne bakardı. Halit Rıhat Paşa Konağı ise Akkavak Sokağı’ndan Şakayık Sokağa kadar uzanan büyük bir arsa içinde yer alırdı. Zamanla okulun ön bahçesinin iki yanına iki yeni bina inşa edildi, böylece oyun alanı iyice küçüldü. Sonrasında 1994-1995 yıllarında okul Levent Yerleşkesi ’ne taşınır.


CPAP 


Evine dönerken yolda zıplayan kargaları gördü. Biri ağacın en yüksek dalından  havalandı ve nerdeyse başına değecek kadar yakınından geçti. Bu ilk değildi, o karga kendisine dadanmıştı, yavrularını koruyor ve aynı yerden her geçişinde yuvasında havalanıp pike yaparak hızla başını sıyırırcasına uçuyordu.

Memo bir de nöroloğa görüneyim dedi. Sonuçta omurilik, sinir ve kas sisteminin işleyişi ile uyku bozukluklarının uzmanı oydu. Doktor oldukça şişman biriydi ve masasına nerdeyse zor sığıyordu, ama oldukça babacandı. Memo ona uyku raporunu gösterdi, “sisteme girip gördüm. Tahammül edemiyorsun ama CPAP’ı kullanman lazım” dedi nörolog.

Memo, nefes darlığından şikâyet etti, ayakkabıları bile iliklerken yorulduğundan söz etti. “Hımm” dedi, “hepimiz yaşlanıyoruz” diye ilave etti. “Uykuda sık sık nefessiz kalıyorsun. Rapora göre bu durum sıklaştı ve ciddi bir hal aldı. Düşün, bir arabayla üç yüz kilometre gideceksin. Ama motora düzenli yakıt gelmiyor, sonunda istediğin yere varıyorsun, ama zorlanarak. Sen de uykuda sabahı buluyorsun ama bir gün bakmışsın motor yanıvermiş. Bacaklarındaki huzursuzluk mu seni uyutmayan?” diye sordu doktor. Memo gelişmeleri anlattı, aile doktorunun verdiği “Requip” [32] adlı ilacın çok iyi geldiğini söyledi. Nörolog yeniden bir EMG [33] testi yaptırmasını istedi.

 


 

Testi yapan doktor ayaklarına elektrotlara bağlandı ve giderek elektrik akımını artırdı. Doktor, “sonuçta her şey normal, hiçbir noropatik (neuropathy) bulguya rastlanmadı, periferik sinirlerde hiçbir fonksiyon kaybı yok” dedi. Oysa iki yıl önce aynı analizi yaptığında “Lumbosacral Radiculopathy” [34] teşhisi konulmuştu.

İyileşmiş miydi, kafası iyice karıştı, artık CPAP’ı da kullanabildiğinden acaba uykusuzluk sorununu aşmış mıydı? O gün rahatsızlıkları ile ilgili anılarını kaleme almaya karar verdi. İnsanlar bir şeyler yazarken yaşanmışlıklarından etkilenmezler miydi? O da bu dönem, yaşlılığın bu devresinde, onu en çok etkileyen şeyi, geçirmekte olduğu rahatsızlıkları yazmaya karar verdi. Çok sıkıcı olacaksa da kimsenin okuyup okumaması onu pek ilgilendirmiyordu.

Memo bir arayışın içindeydi. Niye üç gece peş peşe düşüp bir yerlerini kırmıştı? Burnunu kırdığı ilk geceden sonraki gece ağzından saçma sapan, anlaşılmaz kelimeler çıkmıştı. Acaba kafası gidip geliyor muydu? Önlem olarak gece evin bir ışığını açık tutmaya karar verdi. Ancak bu bir çözüm değildi.  

O düşmelerden sonra hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Bir ay boyunca sancılardan kıvrandı durdu, yatakta bir taraftan diğer tarafa dönmek imkansızdı. Kaburgalardaki kırık üç aydan önce geçmez dediler. Gerçekten üç ayın sonunda nispeten sancılar azaldı yürüyor, ancak nefes alırken göğsü sızlıyordu. Ortoped röntgene baktığında 7. omurgada bir kırık olduğunu ve bunun iyi kaynamadığından düzelmeyeceği söylendi. Herhalde iki omuzunun altından zaman zaman hissettiği ağrı bundan kaynaklanıyordu. Artı bel fıtığı ağrıları…

_____________________

[32]Requip markası altında satılan Ropinirol, Parkinson hastalığını (PD) ve huzursuz bacak sendromunu (RLS) tedavi etmek için kullanılan bir ilaçtır.

[33] Uzun hali elektromiyografi olan EMG, kasların ve kasları kontrol eden motor nöronlar olan sinir hücrelerinin sağlık durumunu belirlemek için uygulanan bir tanı yöntemidir. Vücuttaki sinirlerin ve kasların sağlıklı çalışıp çalışmadığını belirleyen EMG testi, bir sinirin kası uyarmasına yanıt olarak kas tepkisini veya elektriksel aktiviteyi ölçer. 
(34) Lumbosacral radiculopathy, bel ve kalçada uyluğun arkasından bacağa doğru yayılan ağrıya neden olan bir 
hastalıktır.



PANİK ATAK

 

O gün sabahtan Memo iptal edilen kredi kartının durumunu düzeltmek ve niye kullanıma kapatıldığını sormak için bankanın müşteri hizmetlerini aradı. Uzunca bir süre bekledikten sonra karşısına çıkan hanım kendini tanıttı ve baba adının ilk harflerini sordu, vatandaşlık numarasını ve kredi kartının son dört rakamını sordu. Tüm bu güvenlik soruları doğru  yanıtlandıktan sonra “sizi müşteri hizmetleri danışmanına bağlıyorum” dedi. Danışmana ulaşamadan karşısına çıkan teyp bandı; “size nasıl yardımcı olabiliriz? 1-…..2-….. dokuza kadar hizmetleri sıraladıktan sonra Memo’nun kafası karıştı. Gecikince de telefon kapandı.

Bir daha aradı, karşısına çıkan başka bir hanım; sesli mesajı hep “müşteri hizmetlerine bağlanmak istiyorum” şeklinde yanıtlayın dedi. Öyle de oldu, müşteri hizmetlerindeki hanım baba adının ilk iki harfini ve kredi kartı şifresini sordu. Sonra; “şimdi size bir şifre göndereceğim onu girin veya mobil telefondan gelen mesajı kabul edin” dedi. Telefonda bir tın sesi duydu ancak mesajı göremedi. Gecikince de telefon kapandı.

Memo yılmadı, üçüncü bir kez aradı, bekleme listesinde dokuzuncu sırada epeyce bekledikten sonra bağlandı. Artık deneyimli olduğundan güvenlik sorularını anında tereddütsüz yanıtladı, ancak tam ki mobil telefondan mesajı yanıtlanacaktı ki mobil telefon kitlendi, “hatalı, iletişim sağlanamıyor” yazısını görünce terlemeye, kalbi şiddetli bir şekilde çarpmaya başladı. Midesi bulanıyordu, o an bayılacağını hissetti, kolonya ile yüzünü serinletmeye çalıştılar. Artık korkudan bağırmıyordu, bir seferinde kalp krizi geçirdiğini sanarak onu ambülansla hastanede ilk yardıma götürmüşlerdi. Panik atak [35)]geçirdiğinin bilincindeydi, birkaç kez derin nefes aldı. Krizi atlatmıştı.

____________________________

[36] Panik atak, ani ve düzenli olarak bir panik ya da korku hissinin etkisi altında kalınan bir anksiyete bozukluğudur. Hemen herkes belli zamanlarda endişe ve panik hissi yaşayabilir. Bu his gergin, stresli veya tehlikeli durumlara karşı verilen doğal bir tepkidir. Ancak panik atak bozukluğundan muzdarip bir kişi için anksiyete, endişe, panik ve stres duyguları hem düzenli olarak hem de genellikle belirgin bir sebep olmaksızın ortaya çıkar.



TESTİSLER 


Memo o gün uykudan gülümseyerek uyandı. Bir an için kendisini uykuda neyin gülümsettiğini hatırlamaya çalıştı. Genelde gördüğü rüyalar korkutucu oluyordu, öylesi gırgır bir düş gördüğüne şaşırdı.

Üniversiteden eski bir kız arkadaşı ile bir Kafe'de oturuyorlardı. Kendisini görmeyeli yıllar olmuştu, belki bir iki kez mahkeme koridorlarında karşılaşmışlardı, ama hepsi o kadar. Oysa sınıf amfisinde her gün samimi oldukları diğer arkadaşlarla hep bir araya gelir, derslerde birbirlerine yardımcı olurlardı. Arkadaşı hafiften şişmanlamış, yüzü kırışmıştı. Saçlarını da boyatmamış beyaz bırakmıştı. Boşanma avukatı olarak ünlenmişti, kalemlerde müdürlerle can ciğer olur, herkesle cilveleşir, sonuçta her isteğini yerine getirtirdi.

Tabi artık o cilveli halinden eser kalmamıştı, eskilerden söz ettiler, öylesine kahkahalarla güldüler ki bir ara Memo’nun eli arkadaşının bacağına gitti. “Çek elini mememden, terbiyesiz” [36 ] diye bağırıverdi ansızın arkadaşı. Ve delice gülmeye başladılar.

Anlamayanlar için not düşelim; Göğüslerin nerdeyse bacaklarına kadar sarktığı ima edilmekte.

Memo’nun gördüğü düşte gerçek payı vardı; kasların gevşemesiyle sadece kadınların göğüsleri düşmüyordu, son zamanlarda onun da göbeği sarkmıştı. Ne kadar diyet yapsa, zayıflasa o göbek inmiyordu. Daha da acıklısı yumurtalıkların sarkması ve yürürken rahatsız etmeleriydi.

Nörolog Doktor Macar’a kontrole gitti; kontrolün esas amacı yıllık prostat durumuydu, her gece 7-8 defa belki de daha fazla çişe kalkıyordu. Doktorun soyadı onu gülümsetiyordu. PSA seviyesini ölçtürmeyi unutmuştu, doktor “eğil” dedi, eline bir eldiven geçirdi ve rektal yoldan parmakla muayene etti.[37]

Memo, bir ıslaklık, kayganlık hissetti. Prostatta bir büyüme yoktu.  Yumurtalıkları soracaktı ama nasıl ifade etmesi gerektiğini kestiremedi, “testis” dese acaba doğru deyim miydi? “Taşak” pek argo geldi. “Doktor Bey yumurtalarım sarkıyor, çok rahatsız ediyorlar” deyiverdi bir anda. Dr. Macar gülümsedi; “Kopar, fırlat at, kurtul!” dedi.  [38]

___________________________________________

[36] Sarkan meme, meme dokusunun ve cildin yerçekimi, yaşlanma, aşırı kilo kaybı veya genetik faktörler gibi etkenler nedeniyle aşağı doğru sarkması durumudur.

 


[37] Bu muayenenin adı parmakla rektal muayenedir. Bu muayenede doktor eldiven giyerek parmağını rektum içine yerleştirir ve prostat bezinde kanser olabilecek herhangi bir şişlik veya sert alanı değerlendirir. 

(38] Testislerin sarkması, bu, tam manası ile "yaşamayan bilemez" denen sorunlardandır. Yaşın ilerlemesi ile erkek hastaların pek dillendiremedikleri, ama tüm yaşamlarını etkileyen bir sorun baş gösterir; testislerde sarkma! Testislerin cildi ve kas dokusu ileri yaş sebebiyle gevşediğinden artık eskisi gibi testisleri yukarıda tutmaz; sarkmaya başlar. Sarkan testisler, iki bacak arasına doğru sarkar ve hastanın yürüyüşünü zorlaştırır; çünkü sarkmış testisler iki bacak arasında sıkışır. Bu şekilde yürümek çok can sıkıcıdır. Sık sık iki bacak arasında sıkışan testisler ağrı yapar

 

SARSARYAN HAN


O gece kâbus gibi bir rüya gördü. Kapıyı açıyor, karşısında üç polis görevlisi. İkisi zebani gibi, onlar susuyor zayıf, kupkuru olanı; “Hadi emniyete gidiyoruz” diyor. Ses yankı yapıyor, aynı görüntü defalarca gözünün önüne geliyor.

Onu merdivenlerden ite kaka yukarı, üçüncü kata çıkarıyorlar. İnleme sesleri kulağını yırtıyor. Yine zayıf olanı itekleyerek kulağına gürlüyor; “gir içeri!”. Bir süre kendisini fark etmemiş gibi duran amir nihayet konuşuyor; “Buradan yalnız ölün çıkar, ölün çıkar, ölün çıkar…”

Memo uyanıyor, “bu düş değildi, ben bu mekânı, binayı tanıyorum; Sirkeci’deki eski emniyet müdürlüğü binası... Birkaç yıl önce bir kitapta okumuştum; [39] Tabutluklar ve Sarsaryan Han 1944 yılında Turancılık Davası’nda göz altına alınan milliyetçi gençlerin ve komünist faaliyette bulunmakla suçlanan solcuların işkence gördükleri mekân olarak bilinmekteydi.

Bir iddiaya göre İkinci Dünya Savaşı sırasında o zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Haluk Pepe Gestapo Şefi Himler’in davetlisi olarak Almanya’ya gitmiş ve orada kullanılmakta olan işkence aletlerinden birçoğunu İstanbul’a getirtmişti. Hatta bunların içinde tabutluklara bağlı, içleri keskin kelepçelerin ellere geçirildiği ve  tabut içinde bulunan tutuklular bitap düştüklerinde  bileklerinin kesilmesine dayanamayarak itirafta bulunmalarına yarıyan bir alet de bulunmaktaydı. Şeytani düşünceler…

Peki bu düşün benimle ne ilgisi var diye düşündü Memo, sorgu için bu binaya alındığını hiç hatırlamıyor, ama işkenceye tutulanların çığlıkları kulaklarında yankılanıyordu. Sonrasında Sarsaryan Han iş davalarının görüldüğü adliye binasına dönüşmüş ve sık sık bu binaya girip çıkmıştı binanın karanlık geçmişinden bihaber.

1971 Darbesi ve 12 Mart Muhtırası [40] sonrası sıkıyönetim döneminde tek tek evler aranıyor, sol kitaplar bulunduranlar tutuklanıyordu. Memo aile büyüklerinden birinin arabasına yüklediği birkaç koli kitabı o yıllarda sanayi bölgesi olan ve geceleri kimselerin geçmediği Feriköy’ün arka sokaklarına atmıştı. Acaba  kitaplar bulunmuş ve bu nedenle mi emniyete götürülmüştü. Kafası karışıktı. Kısa dönem yaşamından sildiği anılar elli yıl sonra rüyalarında geri dönüyor, adeta bir yüzleşmeye zorlanıyordu. Ancak bu gördüklerini anlamlandıramıyordu.

Ertesi gece de sanki yarıda kalan bir filmin devamını izler gibiydi. Daha doğrusu öncesini… Yıl 1969, Beyazıt Meydanı’nda toplanan on binlerce genç “Bağımsız Türkiye” sloganlarıyla  Taksim’e doğru yürüyüşe geçer. Bir ucu Sirkeci’de bulunan kalabalığın diğer bir ucu Gümüşsuyu Caddesi’nden Taksim’e doğru yönelir.

Bir anda kıyamet kopar, kaçışanlar, ezilenler. Memo kendini Alman Elçiliği’nin karşısında bir inşaatın içine atar. O korkulu anlar gözünde bir kez daha canlanır. Uyandığında yanı başında duran cep telefonuna “Kanlı Pazar” diye yazar. O gençlik yıllarında yaşananları hatırlamaya çalışır. 


Protestoların başladığı sıra Taksim’e gelen sağ görüşlü kişiler toplu kılınan namazın ardından taçlı ve sopalı bir şekilde beklemeye koyulurlar. Polis yürüyüşçülerin yollarını keser ve küçük gruplar halinde alana girmelerine izin verir. Taksim Meydanı’na girenler burada bekleyen ve sadece iki sıra olan polis barikatını kolaylıkla aşan sağcıların sopalı, taşlı ve bıçaklı saldırılarına uğrarlar. “Komünistlere ölüm” sloganları ve tekbir getirerek saldıran sağcılar iki genci bıçaklayarak öldürürler. Toplum polisi olaylara sadece seyirci kalır.  

_________________________________-_

[39] Söz konusu kitap Rıfat N. Bali’nin “Tabutluklar, Sansaryan Han ve İki Emniyet Müdürü” adlı eseridir. Libra Yayınları, 2011, say. 120


 [40] 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra verilerek hükumetin istifasının istenmesi ile oluşan askeri müdahaledir. 12 Mart Muhtırası, Türkiye Cumhuriyeti döneminde meydana gelmiş ikinci askeri darbedir.  Darbeyi izleyen iki yılda, sıkıyönetim askeri mahkemeleri yargılamalara başlamış; 10.000’den fazla kişi gözaltına alınmış, tutuklanmış ya da hüküm giymiştir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972’de idam edilmiştir.  Muhtıra sonrasında, 37 gazete ve derginin yayını tamamen yasaklanmış ya da durdurulmuş; 200’den fazla kitap yasaklanmış, yarım milyondan fazla kitap toplatılarak imha edilmiştir. Askeri savcılar ayrıca 151 sanık hakkında idam talep etmiştir. Üç siyasal parti kapatılmış, TİP’in yöneticileri ağır hapis cezalarına mahkum edilmiştir. Grev ve sendika hakları, askerlerin mevzuatta yapılan değişikliklerle sınırlandırılmış; kamu sektöründeki tüm sendikalar ile öğrenci dernekleri kapatılmıştır. Darbeden sonra hükumeti kuran Başbakan Nihat Erim Muhtıra ile Parlamento ve partiler kapatılmamış, Anayasa askıya alınmamıştır. Darbeden sonra hükumeti kurmak üzere tarafsız bir milletvekili sıfatıyla CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim seçilmiş; Erim CHP’den istifa etmiş ve bağımsız başbakan olarak darbecilerin istediği hükumeti kurmuştur. Uzun ömürlü olmayan Erim hükumetinin yerine 22 Mayıs 1972 tarihinde Ferit Melen hükumeti kurulmuş, Melen hükumeti de bir süre sonra görevi bırakınca 15 Nisan 1973-26 Ocak 1974 yılları arasında görev yapan Mehmet Naim Talu’nun kurduğu seçim hükumeti ile ülke seçime gitmiştir.

Kaynak Linki : https://hukukbook.com/12-mart-1971-askeri-muhtirasi/


 

İLAÇ LİSTESİ


O sabah Memo eksik ilaçlarını tamamlamak için eczaneye uğradı. Ev ile eczane elli metre mesafedeydi ve her ay sonu oradan bir naylon torba dolusu ilaçla ayrılırdı. Eczacı cana yakın biriydi, memleket meselelerini konuşur, “bu kadar ilaç alma, iyi değil” diye tavsiyelerde bulunurdu.



O gün listede ilaçtan çok reçetesiz de kullanılan bazı ürünler vardı; ağız kuruluğu için “Biotene”, burun kuruluğu için nemlendirici bir sprey, göz kuruluğuna karşı damla, bel ağrısına karşı “Arcoxia”. Evde ilaç dolabını düzenlemek zaman isteyen ayrı bir uğraştı. Bir de mavi renkte şeffaf haftalık ilaç kutusunu düzenlemek işi vardı. Hafta geliyor, hafta gidiyordu. 

Önce ilaçlar kutularıyla düzenli olarak masaya serilirdi; on adet ilacın olması gerekirdi. Sonra her ilaçtan günde kaç adet alınacağı göz önünde tutularak haftalık miktar masaya sırasıyla yerleştirilirdi. Bu işlemden sonra sıra haftalık kutuda yer alan günlük daha ufak kutuların bölümlerine sabah, öğlen, akşam ve gece olmak üzere ilaçların dağıtılmasına gelirdi. Son işlem boşalan kutuların çöpe atılması, diğerlerinin de ilaç dolabına düzenli bir şekilde geri konmalarıydı. Bu işlem azami dikkat isterdi, bir ilacın yanlışlıkla iki misli veya eksik  alınması önemli sağlık sorunlarına yol açabilirdi. Bu nedenle de hesabın tam tutması masada fazla veya eksik bir tabletin kalmaması gerekirdi. Aksi takdirde bütün kutular açılır, tek tek kontrol edilirdi. 

Memo uyumadan önce kimi zaman kafası bir ilaca takar, yatağından kalkıp tıka basa dolu ilaç dolabından o ilacı bulur, bu arada birkaç kutuyu yere düşürüp gecenin o geç saatinde ev ahalisini uyandırır ve yatağına dönünce kat kat katlanmış birkaç lisanda yazılı prospektüsteki küçücük yazıları çözmeye çalışır, gözlüklerini takar -genelde katarak ameliyatından sonra gözlük kullanmamasına karşın- dikkatlice çoğu kimsenin önemsiz gördüğü ilacın olumlu/olumsuz etkilerini, dozunu vs. okurdu.

O gece de belli bir ilaçla ilgili mutat uğraşından sonra Memo, CPAP’ın maskesini taktı ve bir süre sonra uyuya daldı. Rüyasında yazar olduğu kesin anlaşılan biri, - sonradan elinde tuttuğu ve yüzüne çarptığı kitaptan Orhan Pamuk olduğunu anlayacaktı-, bağırıyor ve kendisini hırpalıyordu. Galiba tepesinde sallanan ampulden ve odanın loşluğundan sorgu odasında olduğunu anlamıştı Memo. Yazara saygısı çoktu, hatta son kitaplarını daha anlaşılır buluyor ve Nobel’i hakkı ile kazandığına inanıyordu.

Yazar sesini biraz alçaltarak, ama her halinden sinirlendiği belli bir tonda yeniden sordu: “Niye benim, ben diye düşündün mü hiç, cevap ver! “Ve bir kahkaha patlattı. Memo’nun kulaklarının dibinde bir ses sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu: “Niye benim, benim?” Yazar giderek silikleşti ve ortadan kayboldu. Sadece bir toz bulutu arasından sesi geliyordu: “Sabaha kadar vaktin var, yine geleceğim, düşün.”

Memo uyandı, saat henüz sabahın beşi idi. Yeniden uyumak, aynı rüyaya dönmek istedi. Dönemeyince kendini zorlayarak kimin kendisinden ne istediğini hatırlamaya çalıştı. Şuursuzca kütüphaneye yöneldi, eli Orhan Pamuk’un Beyaz Kale kitabına yöneldi. Kitabı eline alıp gün ağarana kadar soluksuz okudu.

  




 

COVİD 19


 sağlık sorunlarımla hem  dostlarımı  ve ailemi  üzüyorum hem de yaşama daha pozitif bakmamı engelliyorum, oysa bu budur demeli tüm rahatsızlıkların kaynağının yaşlılık olduğunu kabullenip kaportadaki aksaklıklara fazla kafayı takmadan şükürler olsun motorda bir arıza yok diye sevinmeliyim diye düşündü.

Bütün dünya korona yüzünden  kâbus gibi iki yıl yaşamış olsa da o ve eşi bir kez olsun virüse yakalanmamışlardı. Bu, beş kez aşı olmalarından kaynaklanmış olabilir miydi? Pek çok kişi de aşıya karşı çıkmış, aşılananlardan da hastalığa yakalananlar olmuştu.

İlk duyumlar 2019 yılının aralık ayında Çin, Wuhan’dan gelmeye başladı.[41] Sözüm ona virüs hayvanlardan, özellikle de yarasalardan insanlara bulaştığı bilgileri yayılıyordu. Eğer öyleyse virüs Çin tıbbında kullanılan yarasa gübresi ile bağlantılı olabilirdi. [42] Rivayet muhtelifti, bazı söylentilere göre virüs araştırmalar yapan Wuhan’daki bir laboratuvardan dışarı sızmıştı. Sosyal ağlarda tam bir bilgi kirliliği yaşanıyordu. Sonuçta Çin dünyanın öbür ucuydu. Çok kötümser olanlar dışında salgının Batı’ya ulaşabileceğine pek inanılmıyordu. Nitekim 2003 yılında SARS virüsü 774 kişiyi öldürmüş ve etkisi Uzak Doğu ülkeleri ile sınırlı kalmıştı.

Çin gelişmeleri Dünya Sağlık Örgütü ile paylaşmadı. Hatta bu konuda bilgi sızdıranlar ihbarcı sayıldı ve tutuklandı. [43]

Şubat 2020’de Çin, Hong Kong, Tayvan ve Filipinler’de virüsten ölüm haberleri gelmeye başladı ancak Avrupa’da henüz endişe edilecek bir durum yoktu. Yine de televizyon ekranlarında uzay çağı insanlarını andıran görüntüler bir ölçüde tedirginlik yaratıyordu.

______________________________


[41]  Koronavirüs pandemisi önceki gelişmeler şöyle oldu; İnsan koronavirüsleri (CoV'ler) soğuk algınlığına neden olan başlıca patojenler olarak bilinmesine rağmen, yeni bir koronavirüs türü olan SARS-CoV, 2002-2003 döneminde 29 ülkeyi kapsayan, 8098 kişiyi enfekte eden ve 774 kişiyi öldüren bir salgına neden oldu. Kanıtlar, virüsün bir hayvan koronavirüsünden kaynaklanmış olabileceğini, ancak bir şekilde insan popülasyonuna girdiğini gösteriyordu. Salgın, aynı zamanda hayvan koronavirüslerinin insanlar için potansiyel bir tehlike olabileceği anlamına da geliyordu.

2003 SARS salgınından bu yana, Çin'deki genel halk ve bilim topluluğu, Çin hükûmetini bir sonraki halk sağlığı kriziyle başa çıkmak için sistemi reforme etmeye motive eden ölümcül virüsün potansiyel geri dönüşünden endişe duyuyordu. Reformun bir parçası olarak Çin, Wuhan'da bulaşıcı hastalıkların patojenlerini ele almak için laboratuvar ağlarını genişletti. Çin CDC'nin Baş Bilimcisi Zeng Guang, salgın bilgisinin daha hızlı yayınlanmasının, Çin'in SARS salgınından öğrendiği bir ders olduğuna inanıyordu, çünkü bilgi yayımlanmaması salgını kötüleştirmişti.

İyileştirilmiş halk sağlığı sistemi ile Çin, çeşitli halk sağlığı acil durumlarıyla başa çıkmayı başardı. Meksika'dan başlayan 2009 H1N1 grip salgınıyla başa çıkmada Çin, aktif bir önleme olarak aylar içinde 100 milyon kişiye aşılar geliştirdi ve dağıttı. Doğu Çin'deki 2013 H7N9 salgını sırasında, ülkenin sağlık sistemi salgından 5 gün sonra patojeni tanımladı. Teşhis için test kitleri tasarlandı ve tanımlamadan üç gün sonra tüm ana kara illerine dağıtıldı. Aylar içinde etkili aşılar geliştirildi. Ayrıca, Çinli akademisyen Li Lanjuan ve grubu virüsün bulaşma yöntemlerini, moleküler mekanizmalarını ve etkili tedavisini ilk ortaya koyanlar oldu.

Bununla birlikte, Southern Metropolis Daily, insanların halk sağlığına daha fazla önem vermelerine rağmen, hükûmetin sağlık sistemine sağladığı finansmanın, küçük belediyelerdeki CDC'lerin personelini azaltmak zorunda kalması nedeniyle yeterli olmaktan uzak olduğunu belirtti. SARS salgınından 10 yıl sonra, solunum semptomları olduğunda çok az kişi yüz maskesi taktı ve hastaneler ateş kliniklerini kapatmaktaydıSARS'a karşı bir sonraki savaşı kazanmaya olan güvenine rağmen, 2003 yılında SARS salgınıyla mücadelede ün kazanan Zhong Nanshan, Çinli yetkililerin bir hastalık salgını hakkında halka yalan söyleyip söylemeyeceği konusunda hala muhafazakar bir tutum sergiledi.

Hayvan pazarını çevreleyen ilk vakalar, potansiyel hayvandan insana bulaşma olduğunu öne sürerken, daha sonra virüsün hasta insanlardan başkalarına bulaşabildiği bulundu. Asemptomatik hastaların virüsü başkalarına bulaştırdığı durumlar olmuştur. Çin NHC'ye göre, virüs damlacıklar veya yakın temas yoluyla bulaşırken, bazıları dışkıların da virüsün gizlendiği ve bulaştığı yer olabileceğini öne sürdü. Viral enfeksiyonun tipik semptomları ateş, kuru öksürük, nefes darlığı, baş ağrısı ve pnömoniyi içeriyordu ve bunlar genellikle iki hafta kadar süren bir inkübasyon süresinden sonra gelişti. Hafif ancak bulaşıcı vakaların varlığı, salgın kontrol çabalarını karmaşıklaştırdı. Hastaların inkübasyon döneminde bile virüsü bulaştırabilecekleri de fark edildi.

2003 yılında SARS ile mücadele deneyimi nedeniyle alarma geçen Hubei Entegre Geleneksel Çin ve Batı Tıbbı Hastanesi Solunum Tıbbı Bölümü yöneticisi Zhang Jixian tarafından bilinmeyen pnömoni vakalarından oluşan bir küme gözlemlenene kadar salgın fark edilmedi. 26 Aralık 2019'da, Zhang'ın hastanesinin yakınında yaşayan birkaç yaşlı, ateşleri ve öksürükleri nedeniyle ona geldi. Çiftin göğüs kafesinin CT tarama sonuçları, akciğerlerde bilinen herhangi bir viral pnömoniden farklı olağandışı değişiklikler gösterdi. Zhang, çiftin oğlunu gördü ve benzer koşullar buldu. Aynı gün, Huanan Deniz Ürünleri Pazarı'ndan Dr. Zhang'ın gördüğü bir hasta da olağandışı koşullara sahipti.

27 Aralık'ta doktor, keşfini hastaneye bildirdi ve hastane, bunun bulaşıcı bir hastalık olabileceğini düşünerek kısa bir süre sonra Jianghan CDC'yi bilgilendirdi. Önlem olarak, meslektaşlarına koruyucu giysiler giymelerini ve benzer durumdaki hastaları kabul etmek için hastanede özel bir alan hazırlamalarını söyledi.

28 ve 29 Aralık tarihlerinde, Huanan Deniz Ürünleri Pazarı'nı ziyaret eden üç hasta daha hastanenin kliniğini ziyaret etti. Hastane, il ve belediye sağlık komisyonlarına haber verdi. Sağlık komisyonları, 29 Aralık'ta yedi hasta için epidemiyolojik araştırma yapmak üzere Wuhan ve Jianghan CDC ve Jinyintan Hastanesini atadı. Bunlardan altısı bulaşıcı hastalıklar için uzmanlaşmış bir tesis olan Jinyintan'a transfer edildi. Yalnızca bir hasta transferi reddetti. Zhang'ın keşfi büyük övgüler aldı; Hubei hükûmeti onu ve Jinyintan başkanı Zhang Dingyu'yu viral salgını kontrol etmeye katkılarından dolayı onurlandırdı.

 [42] 10 Aralık 2019'da semptomlar göstermeye başlayan ve ardından koronavirüs hastalığı için testi pozitif çıkan 57 yaşındaki bir kadının ilk hasta olabileceğini bildirdi. Doğrulanan ilk hastanın Huanan Deniz Ürünleri Pazarı'na herhangi bir ilişkisi olmamasına rağmen, dokuz gün sonra pazara maruz kalan kişilerde virüs salgını başladı. Enfeksiyon yarasadan insana geçmiş olabilir; eğer öyleyse, kullanılan yarasa gübresi ile ilgili olabilir. 26 Aralık'ta Shanghai PHC, Wuhan CDC ve Wuhan Merkez Hastanesinden bilinmeyen pnömonili bir hastadan bir örnek aldı ve daha sonra yeni bir koronavirüs içerdiği doğrulanan örnek üzerinde bir araştırma başlattı.

[43] Weibo 'in CEO'su Wang Gaofei'e göre birçok doktor yanlış bilgi yayılması konusunda Wuhan polisi tarafından uyarıldıİhbarcılardan biri olan Li Wenliang, 7 Şubatta virüsten öldü. Dr. Li'nin ölümü, hükûmete yönelik yaygın eleştirilere yol açtı.

 



                                      

PANİK 


Fransa’da bulunan Çinli bir turist koronavirüs nedeniyle yaşamını kaybederken bu, Avrupa’da salgın nedeniyle gerçekleşen ilk ölüm vakası olarak kayıtlara geçti. Mısır hükümeti de virüsün kendi ülkelerinde ortaya çıktığını duyurdu ve böylece pandemi Afrika kıtasına da sıçramış oldu.

Ocak ayında  Avustralya ve İngiltere’de ilk vakıalar bildirilirken Şubat’ın ilk günlerinde hastalığın Rusya, İspanya, Belçika ve İsveç’e de sıçradığı bildirildi.

Memo televizyon haberlerinde bir gemide seyahat eden  Güney Koreli turistlerde Covid semptomları görüldüğü ve geminin İtalya açıklarında karantinaya alındığını öğrendiğinde morali bozuldu, işin ehemmiyetini kavramaya başladı. 11 Şubat günü Dünya Sağlık Örgütü hastalığı resmi olarak “Kovid-19” olarak tanımladı.

Mart ayında hastalığın Uzak Doğu’da yayılma hızı düşüş göstermeye başlarken  korona virüsün yeni merkezi Avrupa idi. İngiltere, İsviçre ve Hollanda’da Kovid 19 kaynaklı ölümlerin yaşandığı duyuruldu. İtalya’da ölüm sayısı 366’ya çıkınca bütün ülke karantinaya alındı. İsrail’de ilk Korona vakasına 27 Şubat’ta rastlandı. 10 Mart günü virüsün tespit edildiği ülkelere Türkiye de katıldı. ABD’den sonra AB de kendi coğrafyasının sınırlarını üçüncü ülke vatandaşlarına kapattı.

 

 

Tam bir panik yaşanıyordu, vaka ve ölüm sayıları her gün ikiye katlanırken virüsün ortaya çıktığı Çin’de 20 Mart günü ülke içi kaynaklı vaka görülmediği ilan ediliyordu. Pandeminin yaygınlaştığı daha ileri aşamalarında  laboratuvarda geliştirilen bu virüsü Batı’ya ihraç etmeyi planladığı ileri sürülen Çin’in virüse karşı bağışıklık sağlayan aşıyı da elinde bulundurduğu söylentileri yaygınlık kazandı.

İsrail’de 10-11 Mart günü düzenlenen Purim bayramı  kutlamaları sonrası yüzlerce insan koronaya yakalandı. Üniversiteler ve okullarda  öğretim sonlandırıldı, kalabalık yerlerin  girişlerinde vücut sıcaklığı kontrol ediliyor, el hijyenine çok dikkat edilmesi öneriliyordu.

20 Mart günü İsrail’deki ilk ölüm haberi açıklandı. Sinagoglar duaya kapatıldı, Pesah Bayramı  haftası dua amaçlı da olsa açık alanlarda bir araya gelinmesi yasaklandı.

Yalnızca mart ayı içinde dünya genelinde yaklaşık 500 bin yeni vaka tespit edilirken bu vakaları 100 bini ABD’de görüldü. Eurovision Şarkı Yarışması ve Tokyo Olimpiyatları ertelendi.

2 Nisan günü İspanya’daki ölü sayısı 10 bini geçti. Real Madrid’in stadyomu Santiago Bernabeu hastalar için kullanılmaya başlandı. İtalya’dan ölülerin konacağı yer bulunamadığı haberleri geliyordu. Almanya’da vaka sayısı 100 bini geçti. Bu arada 7 Nisan günü salgının ortaya çıktığı Vuhan’da yaklaşık 76 gün boyunca uygulanan karantinanın kaldırıldığı ilan edildi.

İsrail’de 12 Nisan’da evden her türlü kamusal alana çıkışta maske takmak mecburiyeti getirildi. Toplanma yasağı ilan edildi, evlerden sadece beş yüz metre kadar uzaklaşılmasına ve eczane ile marketlere gidilmesine izin verildi. Yarım milyon kişi işsiz kaldı, pek çok kişi işini evinden yönetmeye başladı. İngiltere’de ise dönemin başbakanı Boris Johnson virüse yakalananların oranı yüzde elliye ulaştığında halkın bağışıklık kazanacağını savunuyor ve günlük normal hayatta hiçbir kısıntıya gitmiyordu.  

Sokağa çıkmanın kısıtlandığı bu dönemde Memo kendini yazı yazmaya verdi ve 14 Mart tarihinde o günkü haleti ruhiyesini yansıtan aşağıdaki yazıyı kaleme aldı:

“Kimse bir şey bilmiyor, ne Nobel tıp ödülü sahibi bilim insanları, ne dünya çapında profesörler, tam bir kargaşa hüküm sürüyor. Ne kadar sürecek, daha ne kadar yayılacak, tamamen ortadan kalkacak mı yoksa değişime (mutation) uğrayarak gelecek yıl daha da mı şiddetlenecek? Aşısı, tedavisi bulunabilecek mı ve ne zaman? Alınan hangi tedbirler yerinde ve zamanında mı?

Karşımızda bütün dünyanın takdir ettiği bir Güney Kore modeli var, bir de neredeyse “ölenler ölür, kalan sağlar bizimdir” mantığını uygulayan Büyük Britanya.

Bütün dünya BİLİNMEYEN bir düşmana karşı savaşta… Bu düşman sağ, sol ayırımı yapmıyor, ne de ırk veya din farkı gözetiyor. Herkes istisnasız topun ağzında…

Ne var ki tehlike sınırına en yakın olanlar kronik hastalar ile 60-70 yaş üstü nüfus. Sürekli dile getirilen; “Çocuklar şimdi büyükanne ve büyükbabalarınızı gözetme sırası sizde!” Doğru, çocuklar virüsü taşıyıp hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermeden büyüklere geçirebiliyorlar. Bu nedenle de belli bir yaşın üstündekiler en yaşamsal sevinçleri, torunlarını da görebilmek olanağından yoksun kalıyorlar.

 Bu noktada genç anne ve babalara görev düşüyor, sık sık ailenin büyüklerine moral aşılamak, telefonla hatır sormak, torunlarla görüntülü telefon görüşmeleri yapmalarını sağlamak. Belki de açık parklar gibi alanlarda ne kadar zevksiz de olsa iki metre mesafeyi korumaya çalışarak bir araya gelmek de olası…

İnternet üzerinden yayın yapılarak çocukların evlerinde derslerinden geri kalmamaları ve eğitimlerinden kopmamaları sağlanıyor. Keza dijital teknoloji sayesinde virüs bulaşmış kişilerin tespiti ve kimlerle temas halinde bulunduklarının izlenmesi de mümkün oluyor. 

Bu hafta içi başımdan geçen bir olayı aktarayım; doktora gittiğimde sağlık kartımı uzattım. Doktor virüs geçer endişesiyle almadı. Telefondan kartsız başvuru onayı almamı istedi. Ancak onayı almamdan sonra benimle ilgilendi.

Virüsün son derece kolaylıkla ve eşyalardan geçebildiği söyleniyor. Çin’de asansörlerin panelleri naylon ile kaplanmakta. “

 


Lokantalar kapandı, alışveriş merkezleri, sinemalar, jimlastik salonları, plajlar her yer kapandı. Evden uzaklaşma mesafesi yürüyüş ve spor amaçlı iki bin metre ile sınırlandı. Aileler birbirleriyle görüşemez oldular. Memo başlangıçta evinin iki adım yakınındaki parkta yürüyüşler yaptı, şehrin belli yerlerine yerleştirilen jimlastik aletlerinde kondisyonunu korumaya çalıştı. İlk yazıdan on gün sonra da 24 Mart’ta şu satırları kaleme aldı:

“(...) Bugün tabi durum çok daha farklı, tüm insanlık küresel bir bela ile karşı karşıya. Yine de gerekli tedbirleri aldıktan sonra, sosyal ağlarda, her yönden gelen kimi doğru, kimi yalan, moral bozucu haberlerle içimi karartıp, gereksiz abartılı korkulara kendimi kaptırmamaya çalışıyorum.

 

Son ara günümün dört saatini televizyonunda haber izlemekle geçirdim. Farkındayım ruh sağlığımı bozuyor. Tamam, işin vahametini biliyoruz, ancak hiç mi hiç, hafif de olsa umut verecek bir durum yok? Bazı istatistikler daha iyimser yorumlanamaz mı?

 

Örneğin İtalya’da ölüm oranı yüzde 7,9 iken Almanya’da sadece yüzde 0,3. Niye İtalya öyle de, Almanya değil? Almanya’da nüfusa oranla hastanelerde yatak sayısı yüzdesi çok daha fazla, İtalya’da yaşlıların oranı daha yüksek… Alman halkı ilk günden kısıtlamalara ayak uydururken, İtalyanlar durumu ciddiye almadılar.

Peki, İsrael’in durumu ne? Niye sürekli, İtalya gibi olabiliriz algı ve korkusu ile karşı karşıya bırakılmaktayız? İsrael teknolojide ileri, nüfusu yoğun olmayan küçük bir ülke. Böyle olması virüsün daha kolay kontrol altına alınmasında etkin olmaz mı?

Karar verdim artık televizyonda haber izlemeye daha az zaman ayıracağım.

 

Spor salonuna da gidemiyorum tabii ki. Olsun! Her gün yanımdan geçenlerden iki metrelik mesafeyi koruyarak, yürüyüşlere/koşulara devam ediyor, bu fırsatta da çevremi daha iyi tanıyorum. (Yakında bunun da yasaklanacağı söyleniyor). Yaşadığım semtte irili ufaklı tam dokuz tane park saydım. Bazı villaların güzelliği, farklı mimarileri göz kamaştırıyor.

 

Tabi aile içi torun, çocuk sohbetleri, hatır sormalar da, Skype’tan farklı olarak aynı anda çoklu/görüntülü görüşmelere olanak sağlayan, “Zoom” denilen aplikasyon üzerinden sürdürülüyor.

 

Kimimiz işini evden yapıyor, kimi ücretsiz izinde. Tabi zorunlu işyerlerinde ve on kişiden az personeli olan mekânlarda çalışmasına izin verilen bir kesim de var. Bir de 65-70 yaş üstü emekliler… Herkes yeni yaşam koşullarına ayak uydurmaya çalışıyor. En ürkütücü olanı şimdiden yarım milyona ulaşan işsiz sayısı… Ekonomik bilanço oldukça ağır olacak…

 

‘Koronavirüs sonrası kartlar yeniden dağıtılacak’, ‘yaşadığımız yerküre eskisinden çok farklı olacak’ türünde kehanetlerde bulunmak istemiyorum. Her halde gelecekte de, günümüzde olduğu gibi adımımızı dışarı atmadığımız, çalışma hayatının internet üzerinden sürdürüldüğü, eğitimin bu yöntemle gerçekleştirildiği, hatta demokrasinin bile kurallarının farklılaştığı bir yaşam tarzından şimdilik uzaktayız umarım!... Fütüristlerin öngörülerinin aksine…

 

Hatırlıyor musunuz, bir zamanlar denize gider, alışveriş merkezlerinde gezinir, lokantalarda yemek yerdik” türünden nostaljik sözlerin telaffuz edildiği çok farklı bir dünyadan…

Yaşlıların evlerine kadar yiyecek taşıyan gönüllüleri, balkonlardan birlik ve beraberlik şarkıları söyleyen halkı, bu günlerde hayatlarını tehlikeye atarak hastanelerde hizmet veren doktor ve sağlık personelini gördükçe el ele olmasa da yürek yüreğe, sevgi dolu insanların dayanışması henüz insanlık ölmedi dedirtiyor bizlere…”

 



Memo da herkes gibi gün be gün Worldometer üzerinden her memlekette hastalığa yakalanların ve ölümlerin sayısal durumlarını izliyor, bazı sonuçlar çıkarmaya çalışıyordu. Avrupa’daki diğer ülklelere göre Kıbrıs ve İsrail’de pandeminin yavaş seyretmesinin sebebi her iki ülkeye karadan ulaşımın olmaması mıydı acaba?

 

Koronaya yakalanma şüphesi taşıyanların test yaptırmaları zorunluluğu getirildi. Başlangıçta test istasyonlarında uzun kuyruklar birikirken bunun da önüne geçildi. Memo, koronanın son dönemlerinde herkes eczanelerden testleri edinerek bunları evde uygulamaya başladığını hatırladı. Nitekim başlangıçta maske bulmakta da zorluklar yaşanmıştı.

 


Testlerin ve doğru verilerin önemi şundan kaynaklanıyordu. Sadece hastaların sayıları değil her hastanın virüsü kaç kişiye ulaştırdığı önem taşımaktaydı. Virüsün yayılma oranı örneğin 2’den bire düşmekte ise bu salgının hız kestiği diğer bir deyişle her hasta iki kişiye virüsü yapıştırırken bu rakamın bire düştüğü anlamına geliyordu.

 

18 Nisan’da İsrail’de Korona’dan iyileşenlerin sayıları virüse yakalananları geride bırakmaya başladı. Bu olumlu bir gelişmeydi. Peyderpey kısıtlamaların kaldırılmasına gidildi, örneğin okullarda derslerde maske takma mecburiyeti kaldırıldı. 27 Mayıs’ta lokanta, kafe ve oteller belli kurallara bağlı kalmaları koşuluyla yeniden faaliyete başladılar.

 

Mayıs ayı sonunda salgının yükselişe geçmesine rağmen belli kurallar çerçevesinde düğün gibi törenlere izin verildi. Temmuz ayı başında yeniden kalabalıkların sayısında sınırlamalara gidildi.

                                                         


AŞI



Epideminin başından beri tek kurtuluşun aşı ile olabileceği ve böylece salgını önünün alınabileceği konuşuldu. Tek ümit aşının bulunmasıydı ancak bunun da oldukça zaman alacağı düşünülmekteydi. Bir aşının onay alması bile binlerce kişide uygulanacak deneylere ve zamana ihtiyaç gösterecekti. Dünya Sağlık Örgütü 18 aydan kısa bir süre içinde bir aşının piyasaya çıkmasının beklenmediğini açıkladı.

 Ancak her şey umulandan çabuk gerçekleşti. Ağustos 2020'de, Sputnik V Vac adlı bir Rus aşısı Rusya'da tescil edildi. Uluslararası bilim çevreleri, Gam-COVID-Vac aşısına dair klinik testlerin yayımlanmamış olmasından ötürü aşının Rusya'da tescillenmesine tepki gösterdi. 

Nisan ayında, bir aşının acil kullanım protokolleri kapsamında 12 aydan daha kısa bir süre içinde veya 2021'in başlarında mevcut olabileceği belirtildi. 

 


İnsanları etkileyen Coronaviridae ailesindeki virüsler için aşı geliştirmeye yönelik önceki projeler, şiddetli akut solunum sendromu (SARS) ve Orta Doğu solunum sendromunu (MERS) hedefliyordu. SARS ve MERS'e karşı aşılar insan dışı hayvan modellerinde test edilmişti

2020'nin başlarında dünya çapında hızla artan COVID‑19 enfeksiyon oranı, uluslararası ittifakları ve hükûmetin kısa zaman çizelgelerinde birden çok aşı yapmak için kaynakları acil olarak organize etme çabalarını teşvik etti.

ABD ilaç firması Pfizer ile Alman ortağı BioNTech 11 Aralık 2020’de acil kullanım onayı, ardından da tam onay aldı.

COVID‑19 için geliştirilen birçok aşı teknolojisi, halihazırda kullanılan aşılar gibi değildir, COVID‑19 enfeksiyon mekanizmalarında "yeni nesil" stratejiler kullanılmaktadır. 

İsrail'de aşılama 19 Aralık'ta Pfizer-BioNTech aşısı ile başladı. İlk aşıdan kısa bir süre sonra etkinin pekişmesi için ikinci bir aşının yapılması gerekiyordu. Bu konuda bazı tereddüt ve endişeler vardı. Hatta aşıya karşı dünyanın pek çok yerinde karşı bir akım da gelişti.  Bazı yaşlılar yurdunda vaka sayısının artması üzerine aşılamanın önce yaşlılardan ve bağışıklık yönünden zayıf kimselerden başlanmasına karar verildi. Çocuklar yönünden ABD’de yeterli deneyler henüz gerçekleşmediğinden ve onay alınmadığından 16 yaş altı çocuklar aşılanma kapsamına alınmadı.

 2020 yılının aralık ayında İngiltere’de Koronavirüs’ün yeni bir varyantı ortaya çıktı: Alfa.

 Aşı yarışında İsrail'in başarısı dört sebebe bağlanıyordu: Erken sipariş, dağıtımın dijital yürütülmesi, arz zincirinin genişletilmesi ve aşıya piyasanın üzerinde ödeme yapılması.

Pfizer’in başında Albert Bourla [44] adlı bir Yahudi bulunuyordu. Burla, Netanyahu ve sağlık bakanlığının diğer yetkilileri ile uzun telefon görüşmeleri gerçekleştirdi. Aralarındaki ilişkinin samimiyeti aşı sevkiyatında İsrail’e öncülük tanınmasında bir etken olabildiği düşünülebilir. Ancak İsrail’in küçük bir ülke olmasının  ve uygulama açısından öncü rolü üstlenmeye uygunluğu, sağlık sisteminin kitle aşılamasına karşı hazırlıklı alt yapıya sahip bulunması da Pfizer için bir tercih sebebi olmuş olabilirdi.

Türkiye ilkin 25 Kasım 2020 tarihinde COVİD-19 aşısı için Sinovac firması ile anlaşmaya varıldığını ve 10 milyon doz aşı temin edileceğini açıkladı. 30 Aralık’da ilk parti CoronaVac aşıları havayolu ile getirtildi. Ancak bu miktarın 80 milyon nüfuslu bir ülkede çok yetersiz kalacağı açıktı. Bunun üzerine  oldukça gecikmeli olsa da  2021 yılının Nisan ayında Rusya’dan 50 milyon doz  Sputnik V aşısı almak üzere anlaşma imzalandı. Oysa bu aşı sadece Rusya’da tescil edilmiş ve zorunlu deneyler yapılmadığından uluslararası bir tanınmışlık kazanmamıştı.

Sosyal ağlarda yayılan ve Rus aşısının etkisiz olduğu söylentilerine karşı Anadolu Ajansı Sputnik V’nin dünyanın en etkili üç aşısı arasına girdiği ve dünyada 60’ın üzerinde ülkede tescillendiği haberini verdi. Sonuçta Türkiye’de tercihe göre  Pfizer’in aşısını da kullanabileceği kararına varıldı. 

 2021 yazında yaşam nerdeyse normale dönmesi üzerine pek çok kimse, Memo gibi “galiba bu illetten kurtuluyoruz” diye düşündü. Türkiye’de 65 yaş üstü insanlara belli saatlerde hala sokağa çıkma yasağı uygulanırken İsrail’de pek çok kimse yurt dışına seyahatlere çıkıyordu. Hatta uçaklarda maske bile takılmamaktaydı. Ancak virüs pes etmiyor, bağışıklık kazanıldığında o da kendini yeniliyor yeni varyasyonlarla ortaya çıkıyordu. Bir dalga bitiyor yeni bir dalga başlıyordu.

 


[44] Albert Bourla Selanikli bir Yahudi'dir. 1961 yılında Yunanistan’da doğdu ve Aristotle University of Selanik'te veterinerlik eğitimi gördü. ABD’de biotechnology organizasyonların ve Pfizer Foundation’un üyesi ve Pfiezer’in CEO’su görevinde bulunmaktadır.

 



Dünya üç yılı aşan bir süre Korona ile cebelleşti. Bu illet canlı bir organizma gibi sık sık şekil değiştirerek varlığını sürdürdü. Tam ki gücünü yitirdi yeni bir varyant olarak ortaya çıktı.

Sonuçta dünya genelinde 13 Nisan 2024 yılı verilerine göre 704,753,890 kişi bu virüse yakalandı 7.010.681 kişi öldü. Listenin başında 704,753,890 vaka ve 7.010,681 ölümle ABD yer aldı. Listenin 11. sırasında yer alan Türkiye’de 17,232.066 vaka ve 102.174 ölüm, 31. sırada yer alan İsrail’de 4,841.772 vaka ve 12,707 ölüm gerçekleşti. (Tam listeye Worldometer’den ulaşıla bilinir).

Korona her virüs gibi tamamen yok olmadı. 2024 yılında da halen pek çok Korona vakasına rastlanılmakta. Tüm dünyayı etkisi altına alan Korona tablosu sonrasında birden çok varyant görüldü. JN1.[45] varyantı da bunlardan biri. Omicron varyantının alt varyantlarından oluştuğu bilinen JN1 2022 yılının sonlarına doğru ortaya çıktı. Diğer varyantlar gibi ölümcül olmayıp bir grip gibi hissedilmekte ve çoğu kimse test yapmadığı takdirde koronaya yakalandığının bile farkında olmamaktadır.

Memo ise ortaya çıkışından tam üç yıl sonra 2024 Haziran ayında kendini çok halsiz hissetti, bütün vücudu sanki dayak yemiş gibiydi. Evde Antijen Rapid Kit ile test yaptığında iki kırmızı çizgi belirdi ve nihayet sonunda virüse yakalandığını anladı.

Yüksek ateş iki gün içinde düştü, nezle, ciğerlerini parçalarcasına bir öksürük ve nefes almada zorlanma. Hiç de söylendiği gibi gribe benzemiyor diye düşündü.

                                                    

                                                   

SON DÜŞÜŞ


Memo geceyi yarı uykulu yarı uyanık geçirdi. Gördükleri düş müydü yoksa geçmiş anılar gözünde mi canlanıyordu? Büyükada ile Heybeliada arası Fenerbahçe, Paşabahçe vapurlarıyla yolculuk on beş dakika sürerdi, hatta bu hatlarda seferden kaldırılan deniz otobüsleri ile yolculuk beş dakikayı geçmezdi. Yörükali'den, Değirmen Plajı’ndan denize atlayıp Heybeliada’ya kadar yüzenler bile vardı.  Buna rağmen Memo çocukluğunda ve de gençliğinde bir kere dahi merak edip Heybeliada’ya gitmemişti. Büyükada'sı ona yeter de artardı bile. Dünyası orasıydı, dört aylık yaz tatili döneminde bir gün olsun adasından ayrılmayı istemez, çok zorunlu kalıp İstanbul’a inmesi - İstanbul'a gidilmez inilirdi- gerekirse bu da bu ona zül gelirdi.

Bu düşüncelerle Memo kendini Heybeliada’nın Çamlı Limanı’nda buldu. On iki yaşındaydı, yanı başında üç arkadaşı, birinin elinde futbol topu. Bağcığı sökülmüş olan ayakkabısını bağlamak için ayağını çam ağacına yaslamasıyla çığlığı bastı; “Kurtarın beni!!!” Ayağı burkulup ters dönmüş, vücudu bütün ağırlığıyla bir yana yüklenince bacağı orta yerinden kırılmıştı. Rüyasında Memo o acıyı yeniden yaşar gibi oluverdi ve uyandı.

Çocukken iki kolunu ve iki bacağını da kırmıştı. Sonra üç gece yataktan düşüp burnunu ve omurgasını kırmıştı. Bu sefer güpegündüz yolda, biraz acele edip kayınca, omuzu kırılıp yerinden çıkıverdi. Ayağı kayınca adeta havada uçtu, yere kapaklanıyorum, “başımı korumam lazım” diye düşündü, ellerini uzattı ve o inanılmaz acıyla çığlığı bastı. Çevredeki gençler başına üşüştü, kendisini bir iskemleye oturtmaya çalıştılar. Ne mümkün, acıdan ortalığı çınlatıyor, “ambülans çağırın” diye haykırıyordu.

Hastanenin acil bölümünde herkes onun gibi sancıdan kıvrananlarla doluydu, dakika başı sedye ile yaşlı genç, genellikle yaşlı birileri getiriliyordu. İçinde morfinle sakinleştiriciler içeen serumun bağlanmasıyla Memo’nun acısı bir dem olsun hafifledi. Kan analizleri, EKG, Röntgen, akabinde CT çekildi, kürenin (Humus başının) yuvadan (Glenoid) çıkması ile omuz çıkığının oluştuğu ve Glenoid’de kırık olduğu tespit edildi (46). Doktorlar aralarında istişare ederek ameliyata gerek olmadığına karar verip uyutarak çıkan omuz yerine yerleştirildiler. Tabi kırık için yapacak bir şey yoktu. Sonrasında aylarca süren fizik tedavi süreci.

_____________________

46) Bu yaralanma ilk kez oluyorsa genellikle travma sonrası görülür. Bazen travma dışı sebepler örneğin epilepsi nöbetleri de sebep olabilir. Bu eklem çıkığı olabilmesi için labrum dediğimiz yapının yani omuz eklem kapsülünün yırtılması gerekir. Genellikle ön kapsül yırtılır ve humerus başı öne çıkar. Epilepsi nöbeti veya elektrik çarpması gibi durumda arka kapsül yaralanır ve humerus başı arkaya çıkar.

En sık ön ve aşağı olmak üzere bazen de arkaya doğru omuz çıkıkları görülür. Şiddetli ağrı ve hareket kısıtlılığı oluşturduğu için gürültülü bir tablodur ve acil başvurusu gerektirir. Bazı omuz kırıkları travmanın şiddetine bağlı olarak kırıklar ile beraber gerçekleşebilir. Bu duruma omuzun kırıklı çıkığı denir. Omuz eklemi; kol kemiği ve kürek kemiğinin arasında eklemdir.



SON DÜŞ


Sağ eli karıncalanıp uyuşuyordu. Artık Google ile sağlık konularından oldukça içli dışlı olmuştu. Hekimler “internet, bilgileri sizleri yanıltır” demelerine, hatta “internette şöyle okuduydum” denildiğinde kızmalarına karşın Memo yine de ChatGPT'ye sormaktan kendini alamadı. Zaten gözüne de uyku girmiyordu, yanı başında duran Iphone’a uzandı.

 ChatGPT'de; “Sağ elde hissedilen uyuşukluğun sıklıkla rastlanan nedeni karpal tünel sendromudur.” [47] diye yazıyordu. Ayrıca elinin başının üstünde tutan hastanın aynı karıncalanma ve uyuşma belirtileri hissettiği takdirde karpal tünel sendromu yaşadığının anlaşılacağı ifade ediliyordu. Memo söylenen deneyi yaptı, neyse ki böylesi bir sendroma yakalanmadığını anladı.  

Biraz kitap okudu ve uykuya kaldı. Acilde, makineye bağlıydı, uyutulmuştu. Elleri ve bacakları da bağlıydı. Yan taraftan gelen yüksek konuşma sesleri başının içinde yankılanıyor, onları susturmaya çalışıyor, bağırıyor ama sesini duyuramıyordu. Ansızın yandaki hastanın refakatçisinin elindeki stres topunu kaptı, vermem diye bağırdı ama duyuramadı. Adam topunu geri istiyordu...Bir aydır tepki vermiyor. Bitkisel hayata [48]geçmişti, beyin bütünüyle faaliyetini durdurmadığından o yanı başında endişeli ve gözü yaşlı bekleyen ailesinin varlığını hissediyor ancak onlarla iletişim kuramıyordu. Konuşuyor ama sesi çıkmıyordu.

Bağırıp çağırmaya başladı, didinirken her iki bacağını da sabitlendiği yerden kurtardı, tepiniyordu, serum iğnesi yerinden çıktı, hemşireler başına üşüştüler. Memo çevresine emirler yağdırıyor, ağrılar içinde yatan, sızlanan diğer hastaları susturmaya çalışıyordu.

Memo uykusundan yine kan ter içinde uyandı, daha güneş ağarmamıştı Saate baktı 4.30. Bu düşü niye görmüştü? Yanı başında duran sudan bir yudum aldı, ağzı yine iyice kurumuştu. CPAP cihazını başından çıkarıp yanı başındaki küçük komodin üzerine bıraktı. Çişi geldi, fazla ses etmemeye çalışarak banyoya yöneldi. Yatağına geri döndüğünde düşünde aynı sahne yeniden canlandı; etrafında birkaç hemşire toplanmıştı. Doktor olanı; “Ölüm saat 4.35’te gerçekleşti” diye belirtti ve ameliyathaneyi terk etti. Memo’nun son duyduğu buydu, gözünden bir damla yaş indi. Artık gözleri de yaşlanmayacaktı. Ertesi gün haberlerde üç kişinin daha “Batı Nil Hurması” ndan [49] öldüğü duyurulacaktı.  

O gece çakallar sabaha dek bebekler gibi ağladılar.

 


[46] JN1 varyantı, omicron XBB.1.5 varyantından ayıran 30'dan fazla mutasyona sahip olan BA.2.86'dan türeyen ve pirolaya nazaran fazladan bir mutasyona sahip olan SARS-CoV-2'nin bir alt varyantıdır.  Spike proteinleri de virüsün insan hücrelerine tutunmasına neden olduğu için SARS-CoV-2'nin insanlara bulaşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle de BA.2.86'nın spike proteininde yeni bir Covid-19 mutasyon olarak kabul edilmektedir.  Belirtileri ateş, boğaz ağrısı, öksürük, burun akıntısı, kas ve vücut ağrıları, yorgunluk ve baş ağrısıdır.

[47] Karpal Tünel Sendromu bir ya da her iki elin üç parmağını tutan ilerleyici özellik gösteren hastalıktır. El bileğinin ortasında bulunan ve ilk 3 parmağa dağılan medyan sinirin bası altında kalması sonucu ağrı, uyuşukluk ve güçsüzlükle kendini gösterir.

 

 

[48) Bitkisel hayat komadan farklıdır. Koma. Hem farkındalıktan hem de uyanıklıktan yoksun bir durumdur. Bitkisel hayattaki hastalar komadan çıkmış olabilir, ancak yine de farkındalık kazanmamış olabilir. Farkındalık kendisinin ve çevresinin bilincinde olma halidir.

 

[49] Batı Nil Hummasına Batı Nil Ateşi de denmektedir Batı Nil Ateşi sivrisinekler tarafından insanlara bulaşan viral bir hastalıktır. Enfeksiyon genellikle hastalık belirtisi göstermeden ilerler. Olası hastalık belirtileri grip benzeri semptomlar ve deri döküntüsüdür. Nadiren beyin zarında, beyinde veya diğer organlarda iltihaplanma gelişir. Batı Nil Virüsü (BNV) tropik ve ılıman iklimlerde bulunan bir virüstür. İlk olarak 1937 yılında Uganda'nın Batı Nil Bölgesinde görülmüştür. Batı Nil Virüsü enfeksiyonu Zoonotik hastalıklardandır ve son 10 yılda dünyada ve ülkemizde salgınlar yaparak görülmeye başlamıştır.

BNV ilk olarak 1937 yılında Uganda’da Batı Nil bölgesinde bir kadında izole edilmiştir. Kuşlarda (kargalar ve güvercinler), ilk defa 1953 yılında Nil Deltasında tanımlanmıştır.

Daha önce Amerika kıtasında görülmeyen hastalık, İsrail ve Tunus’ta dolaşımda bulunan BNV 1999 yılında New York’a muhtemelen uçaklarla taşınan sivrisinekler aracılığıyla ulaşmasıyla, ilerleyen yıllarda Amerika Birleşik Devletleri (ABD)'nde yayılan büyük ve dramatik bir salgına neden olmuştur. Hastalıkla ilgili en büyük salgınlar Yunanistan, İsrail, Romanya, Rusya ve ABD’de görülmüştür.

BNV’nin yaşam döngüsünde, yabani kuşlar ana konaktır. Kuşlardaki viremi dönemi sivrisineklerin virüsü almasında kritik bir öneme sahiptir. Virüs, sivrisineklerin tükürük bezlerine yerleşir ve ardından sivrisineklerin sokmasıyla insanlara ve atlara bulaşır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar