BİZLERDEN BİRİ… Gazeteci Erol Güney 

 Nelly BAROKAS- Yakup BAROKAS 


Yıl 1955. Mart ayının soğuk bir kış gecesi. Mekân Ankara, Amerikan Basın Ataşesinin evi… 

Orada bulunan konuklar arasında Gazeteci Erol Güney de vardır. Kapı çalınır, gelen sivil giysili ama yüksek rütbeli bir polis memurudur. Erol Güney’e; “Bakanlar Kurulu kararı ile Türk vatandaşlığından çıkarıldınız. Yozgat’ta bulunan kampa götürüleceksiniz. Hemen yola çıkacaksınız. Başka bir devlet sizi kabul edene kadar orada kalacaksınız” der. Kapıda bekleyen polislerle birlikte, bir arabanın arka koltuğunda, iki polis arasında Yozgat’a doğru yola çıkar Erol Güney… 

Kafasında bir sürü soru işareti… Acaba neden tutuklanmıştı? Tutuklanma nedeni Agence France Press’e, Stamboul ve Vatan gazetelerine verdiği bir haber olabilir miydi? 

Bu haber o dönem için oldukça ilginçti. Polonya Büyükelçiliği, Fuat Köprülü’ye, Sovyetler Birliğinin Türkiye ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerini iyileştirmek istediğini bildirmişti. Bu, bir gazeteci için çok önemli ve iyi bir haberdi. Bu haberi ona Belçika Büyükelçisi vermişti. Büyükelçi, Erol Güney’e “incele ve uygun zamanda yayınla” demiş, Türkiye’deki görevini tamamladığı için ülkeden ayrılmıştı. Neticede olumlu bir haberdi bu. Türkiye ile Sovyetlerin ilişkileri düzelecekti. Ama Dışişleri Bakanlığı bu mesajın bir Sovyet oyunu olduğunu düşünüyor, bir süre daha duyulmasını istemiyordu anlaşılan. 

Haber yayınlandığında dışişlerinden Güney’i aramışlar, “Haberin kaynağı nedir?” diye sormuşlardı. O da “Bir gazeteci hiçbir zaman kaynağını açıklamaz” diye yanıt vermişti.

Yozgat yolunda ilerlerken kendi kendine soruyordu: “Acaba kaynağı açıklasam daha mı iyi olurdu? Haber kaynağım olan Belçika Büyükelçisi gitti. Onun adını verseydim ben şimdi bulunduğum durumda olmazdım. Ama kendime olan saygımı kaybederdim.” Onu acaba casuslukla mı suçlayacaklardı? Ailesi ne olacaktı? Geçimlerini nasıl sağlayacaklardı? Arabada giderken düşünceleri berraklaştı. Amaç ondan kurtulmaktı. Bunun en kolay yolu da vatandaşlıktan çıkarmaktı. 20 yıl önce verdiği vatandaşlık hakkını geri aldığı için kimse hükümete hesap sormazdı.

Olayla ilgili basında çıkan haberler

İki polis arasında Yozgat’a sürgüne giden smokinli bir gazeteci…  Eşi Dora gelip para ve giysi getirinceye kadar üç gün Yozgat gibi yerde smokinle dolaştı. Yozgat halkı smokinin bir casus kıyafeti olduğunu düşünüyordu.

Erol Güney bir ay kadar bir süre, görevli üç polis memurunun gözetiminde Yozgat’ta sürgün olarak yaşadı. Sınır dışı edildiği takdirde onun için üç imkân belirmişti; İsrail’e, Fransa’ya veya Belçika’ya gitmek. O Fransa’yı tercih ediyor, Agence France Press’te çalışmaya devam etmek istiyordu. İsrail her Yahudi’ye kucak açıyordu, Belçika vatandaşlık ve çalışma hakkı vermeye hazırdı.

Vatandaşlıktan çıkarılma nedeni hiçbir zaman kendisine açıklanmadı, bununla ilgili resmi bir açıklama da yapılmadı. 35 senesini geçirdiği bu güzel ülkeden, vatanı olarak benimsediği Türkiye’den ayrılmak zorundaydı.

Yozgat’ta geçen bir ay sonrasında bir gün gidiş haberini verdiler. “Yarın Fransa’ya gideceksin. Karına haber verdik, bavulunu hazırlayacak” dediler. Ve öyle oldu… “Eşi ile dostları ile vedalaşamadan…”


O dönemin Türkiye’sinde, bu tür olaylara oldukça sık rastlanırdı. Haksız yere birinin tutuklanması, vatandaşlıktan atılması, casusluk veya komünist damgasını yemesi, hatta kim vurduya gitmesi ve öldürülmesi…  Günümüzde de olmuyor mu bu tür şeyler? O bahsi diğer…

Ama esas merak ettiğiniz, bizim size niçin Erol Güney’i anlattığımızdır… Birincisi Yahudi’ydi… İkincisi, Cumhuriyetin ilk yıllarının renkli bir simasıydı. Üçüncüsü, İsrail’de gazeteci olarak başarılı olabilmiş bir Türk Yahudi’siydi. Onu size anlatmamızın dördüncü nedeni, çoğumuz tarafından Erol Güney’in pek tanınmaması. Ve ikimizin de onu tanıma şansına sahip olmamızdır.

Kimdi Erol Güney? Asıl adı Misha Rottenberg…  Yani Yahudi… 1914’te Odessa’da dünyaya geldi. Rottenberg’ler gibi oldukça zengin bir aile için Bolşevik İhtilali tehlikeli olabilirdi. Baba tüm aileye Litvanya pasaportu sağlayınca, Sovyet rejiminin her yere hâkim olduğu 1920’de ülkeden kaçabildiler. Anne iki çocuğu ile Tiflis’te yaşıyor, baba Bakü’de petrol işinde çalışıyordu. Aynı yılın ikinci yarısında Batum’dan İstanbul’a taşındılar.

Odessa yıllarından kalan tek hatıra Misha ve annesi

En iyi okul hangisi? diye sağa sola sordular. Saint Joseph yanıtını alınca Kadıköy’de yerleşmeyi tercih ettiler. Baba Rottenberg İstanbul’da iş bulmakta zorlanınca, Lenin’in yeni ekonomik politikasına göre eski mesleğine dönebileceğine kanaat getirdi. Ama bu çok ciddi bir hata oldu. Lenin öldü, her şey değişti, kendisi Rusya’dan çıkamaz oldu. Ailenin birleşmesi için tek çare anne ve çocukların Sovyetlere dönmesiydi. Anne sevindi çünkü yalnız ve parasızdı. Mücevherlerini, kürklerini satmış, elde avuçta bir şey kalmamıştı. Bütün hazırlıklar yapıldı, her şey satıldı, iş vize almaya geldi. Ama kötü bir sürpriz onları bekliyordu, Litvanya pasaportunun zamanı geçmişti, İstanbul’da Litvanya konsolosluğu yoktu, Sovyetler Konsolosluğu zamanı geçen pasaporta vize vermiyordu.

Misha ilk okul yıllarında

Erol Güney, o zamanki adıyla Misha Rottenberg hayatı boyunca bu duruma minnettar kaldı. Gitselerdi, Stalin teröründe veya İkinci Dünya Savaşında başlarına kim bilir neler gelecekti? Nitekim zamanla babadan gelen mektuplar azaldı. Yazdığı son mektupta, her halde tutuklanıp Stalin’in toplama kamplarına gönderileceğini hissettiği zaman karısına ısrarla; “Elinden geleni yap, Misha okusun ve dişçi olsun” diye yazmıştı. Bir daha da babadan haber alınamadı.

Saint Joseph’i bitirince Misha en sevdiği branş olan felsefe öğretmeni olmayı, yüksek öğretim için Fransa’ya gitmeyi hedefliyordu. Ne pasaportu vardı, ne parası… O yıllarda Türkiye’de Darülfünun vardı. Bu kurum ona uygun değildi. Çünkü o Türk vatandaşı değildi, öğretmen olamazdı. Derken Türkiye’de eğitim alanında bir mucize oldu, Darülfünun kapandı yerine İstanbul Üniversitesi açıldı. Almanya’dan çoğunluğu Yahudi birçok profesör geldi. Misha Türk vatandaşı olmadığı halde üniversiteye kabul edildi. Felsefe ile birlikte, Fransız ve İngiliz Edebiyatı… Ondan mutlusu yoktu artık.

Üniversite yıllarında

Misha Rottenberg en iyi arkadaşlarını üniversitede tanıdı; yazar Sabahattin Eyüboğlu, şair Orhan Veli, yazar Mina Urgan, ressam Abidin Dino’nun eşi Güzin ve ileride ülke kültürünün gözde isimleri olacak pek çok genç…

Nazilerden kaçmış çok tanınmış profesörlerin öğrencisi oldu; Profesör Dickman ile birlikte çalışarak tercüme konusunda deneyim kazandı.

1936 yılında Avrupa uçuruma doğru giderken, Türkiye ülkede yaşayan Beyaz Ruslara vatandaşlık hakkı verdi. Misha da müracaat etti ve kabul edildi. Vatandaşlığa geçerken adını değiştirmesini istediler. İş isim seçmeye kaldı. Kadıköy’den karşı tarafa geçerken bir gemi geçiyordu, adı Erol… Hoşuna gitti Erol adını seçti. Soyadını da memurlar buldular. Misha Rottenberg artık Erol Güney’di.

Misha artık Erol'du

1938’de üniversiteyi bitirince yeni adıyla Erol, geleceğini düşünmeye başladı. O yıllarda Maarif Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Liberal, geniş görüşlü, hümanist bir adamdı. Türkiye’nin kültürel bakımdan kalkınmasını, hayatının amacı olarak belirlemişti. Bu amaçla bir Tercüme Bürosu kuruldu. Erol Güney birkaç dili çok iyi biliyordu ama bir kusuru vardı; gayrimüslimdi.

Oysa Maarif Bakanı Hasan Ali Yücel birçok insanı ikna edecek bir konuşma yaptı: “Biz Türkiye’de yeni bir Rönesans hazırlıyoruz. Ve biliyoruz ki Rönesansı hazırlayan büyük tercüme faaliyetlerinde Yahudilerin önemli bir rolü olmuştur. Anlaşılan Yahudisiz bu iş yapılamaz. İşte bu yüzden Erol Güney’i Tercüme Bürosuna aldım.”

Rusça, Fransızca, İngilizce ve Türkçeye son derece hâkim olan Erol Güney, dünya edebiyatının Türkçeye çevrilmesi projesinde yer aldı. Dostoyevski’den, Çehov’a, Moliere’den Plato’ya çok sayıda klasik eseri Türkçeye kazandırdı.

Çeviri Bürosu’nun da başında bulunan Sabahattin Eyüboğlu başta olmak üzere Cahit KülebiOrhan VeliNecati CumalıMelih Cevdet Anday gibi kişilerle yakın dostlukları oldu.

Nurullah Ataç ve Sebahattin Eyüpoğlu ile birlikte

 İsmet İnönü, Çeviri Bürosundan 100 klasik eseri Türkçeye kazandırmalarını istedi. O yılları Erol Güney şöyle aktarır: "O yıl 29 Ekim'de İsmet Paşa 100 klasik kitap istedi bizden... Topçu ya…  tek topla savaş kazanılmayacağını biliyor. Savaş cephesinde nasıl 100 top lazımsa, kültür cephesinde de 100 kitap lazımdı. Sıvadık kolları..."

Bu arada Erol, daha sonra karısı olacak Dora ile tanışmış samimiyeti ilerletmişlerdi. Hasan Ali Yücel onu işe almakla kalmadı Dora’ya Güzel Sanatlar Müdürlüğünde iyi bir iş buldu. Dora mükemmel Almancası sayesinde bu kuruma çok faydalı oldu. Zamanla Hasan Ali Yücel’in çocuklarına Almanca dersi vermeye başladı. Hatta zaman zaman onların evinde kaldı.


O dönemde uzun süre birlikte olmak pek kabul görmezdi, Erol ile Dora hakkında dedikodular dolaşmaya başladı. Bunu duyan Hasan Ali Yücel bir gün ikisini yanına çağırdı; “Ayrılmaya niyetiniz var mı?” diye sordu. “Hayır” yanıtını verdiler. “Öyleyse evlenin” diye buyurdu.

Erol prensipte evliliğe karşıydı ama Hasan Ali Yücel’in ricasına hayır diyemezdi. Kabul etmek zorunda kaldı. Dora zaten dünden razıydı. Tek şartı vardı Erol Güney’in; bu düğün mümkün olduğunca sessiz ve sade olacaktı. Dora’ya da, “Ben sana sadık kalmaya mecbur değilim, kalamam da” dedi. Dora kabul etti. Gerçekten de öyle oldu… Erol Güney yaşamı boyunca pek çok ilişki yaşadı.

Entelektüeller arasında gönül eğlendiriyor

Bir gün öğle tatilinde her zaman gittikleri lokantada öğle yemeklerini yedikten sonra Dora ile Erol, iki şahidi, Melih Cevdet Anday ile Necati Cumalı’yı yanlarına alıp belediyede evlendiler. Sonra işlerine dönüp çalışmaya devam ettiler.

Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun düğün hediyesi

1945 ilkbaharı, savaş bitmiş. Dünyada birazcık olumlu bir hava esiyor. Sabahattin Eyüboğlu karar verdi. Artık Halikarnas Balıkçısının (yani Cevat Şakir Kabaağaçlı) çağrısına olumlu yanıt verme zamanı gelmişti. Böylece ilk Mavi Yolculuk ekibi yola çıktı. Kimler yoktu ki dokuz kişi arasında? Dönemin Türk sanatçı ve edebiyatçılarının ünlüleri… “Macera” adlı tekne ile yola çıktılar.

Aralarında Sabahattin Ali de vardı. İki haftalık uzun gezinti için ne lazımsa alsın diye Halikarnas Balıkçısına para verildi. Zaman içinde bir baktılar ki teknede bol olan tek şey rakı… Yiyecekler iki günde bitti. Sabah, öğle, akşam balık yediler. Bundan sonra Erol Güney uzun süre balık yiyemedi. Tabii ki “Macera” adlı tekne bugünün tekneleri gibi konforlu değildi. Yıkanacak kadar suları yoktu. Denizin tuzu 15 gün boyunca vücutlarına yapışıyor, adeta bir zırh gibi hareketlerini zorlaştırıyordu. İşte günümüzde bazılarımızın yaptığı ve her koyu dünya cenneti olan Mavi Yolculuğu ilk başlatanlar onlar oldular. Yani Türkiye’de dönemin entel takımı…

O yıllarda kurulmuş Köy Enstitüleri taşrada, Anadolu’da çocukların, gençlerin yetişmesinde çok başarılı oldular. Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, Dora’nın güzel kız kardeşi Bella’yı öğretmen olarak tayin ettirmişti. Hatta Yahudi olan Bella’nın öğretmen olmasını sağlamak için İnönü’ye kadar çıkıp izin almıştı. Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsünde Almanca, Fransızca, İngilizce dersleri veriyordu. 

Bella

Dora’nın kardeşi Bella Eskenazi’den bahsetmişken, Türkiye çağdaş edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Orhan Veli’den söz etmemek olmaz. 

Orhan Veli

Yer Ankara’da Sabahattin Eyüboğlu’nun evi, yıl 1946… Ev halkı ve misafirler salonda otururken küçük odada genç bir kız sedire uzanmış, isteksizce ders çalışıyor. Odanın öbür köşesinde ise şair Orhan Veli kağıda bir şeyler yazıyor. Sonra kıza uzatıyor kağıdı: “Bak senin için bir şiir yazdım.” Okuyor genç kız:


SERE SERPE 

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;

Entarisi sıyrılmış, hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde kötülüğü yok, biliyorum;

Yok, benim de yok ama…

Olmaz ki!

Böyle de yatılmaz ki!

Evet, o şair Orhan Veli, genç kız da Bella…

Bella plajda sere serpe yatarken

Orhan Veli, uzun yıllar Bella’ya kur yapar. Bir de isim bulur ona: “Düşes…” Oysa Bella, Orhan Veli’yi arkadaş olarak gördü, platonik de olsa ilgisini dostluğa yorumladı.

Ünlü şairin Bella’ya yazdığı bir mektup var. Bu mektubu burada sizlere okumuyorum ama mektubun özelliği bütün cümlelerin B harfi ile başlaması… Bella’nın B’si… Mektupta Bella’ya kur yapmıyor ama her cümleye B ile başlayarak anlatıyor kendisini. Günümüzde Rumelihisarı’ndan geçenler Orhan Veli’nin Boğaziçi’ne bakan heykelini görürler…

Bella hakkında yazılmış "Karşılıksız aşkın romanı"

Biz yeniden Erol Güney’e dönersek… Tercüme Bürosu kapandığında Erol Güney, Agence France-Press’te çalışmaya başladı. Stamboul ve Vatan gazetelerinde yazıyor,  Yediyot Aharonot’un Türkiye muhabirliğini yapıyordu. Yaklaşık 9-10 yıl kadar… Taa ki, vatandaşlıktan ve hudut dışına çıkarılana dek.

Gazeteci olarak Eisenhover'e soru sorarken

Erol Güney, gözü arkada, çaresiz, buruk ve hayli üzgün Fransa’ya doğru yola çıkar. Yozgat sürgününden Paris’e vardığında eski tanıdıklarından Simone adlı bir bayan dostu Güney’i havaalanından aldı. Agence France-Press yetkilileri onu çok iyi karşıladılar. Bu da Güney’in çökmüş moralini bir nebze yükseltti tabii. Paris’te tanıdıkları çoktu. Simone ile aynı evi paylaşıyor, bu hanımla yeni bir aşk yaşıyordu. Le Monde gazetesinin Ortadoğu muhabiri ona Le Monde’da çalışmayı teklif etti. Bu teklife hayır diyemezdi.

Güney ayrıca Yediyot Aharonot’un Paris muhabiri Elie Wiesel ile sık sık görüşmeye başladı. Bir Holokost kurtulanı ve Nobel ödülü sahibi olan Elie Wiesel o dönemde henüz kitaplarını yazmamıştı, çok iyi bir gazeteciydi. Wiesel ona; “Bizim istikbalimiz İsrail’dedir, birlikte gideriz” diyordu. Ama Wiesel sonuçta İsrail’e değil,  ABD’ye gitti,

Bu arada Güney, hem Agence France-Press’te, hem Le Monde’da günde 14 saat çalışır olmuştu.

Fransa'da gazetecilik günlerinde

Dora ona mektuplar yazıyor; “Ne olacak? Fransa’ya mı geleyim, yoksa İsrail’e mi?” diye soruyordu. O sırada Yediyot Aharonot’tan sağlam bir teklif geldi. Onu gazetenin başyazarı olarak işe almak istediklerini söylediler, hem de İbranice bilmemesine rağmen. “Zamanla dili öğrenirsin, o zamana dek tercüme ettiririz” dediler. Ortada tek bir sorun vardı; o da Simone’dan ayrılmaktı. Çünkü birliktelikleri süresince bir kızları dünyaya gelmişti; Eleonore Güney…

Simone anlayış gösterdi. Türkiye’de başına gelenlerden sonra, Erol’un yabancı bir ülkede kalamayacağını anladı. Artık onu kovmayacakları, kendini güvende hissedeceği bir ülkede yaşamak istiyordu. Bu da sadece İsrail’de mümkündü…  1955 yılının sonunda vapurla İsrail’e doğru yola çıktı…

İsrail’e geldikten 2-3 gün sonra Yediyot Aharonot’un sahibi Yehuda Mozes, Erol Güney’i evine davet etti. Rusça yaptıkları sohbet sırasında Mozes: “İbraniceniz nasıl?” diye sordu. “Pek zayıf ama öğreneceğim.” “Ya dinimizle aranız nasıl? “Doğrusunu söylemem gerekirse dindar bir adam değilim”, “Ne yani, Bet Knesete gitmediniz mi?”, “Gittim tabii birkaç defa, bayramlarda, bazı törenlerde”

Yehuda Mozes’in yüzünde, böyle bir adamın gazetemde ne işi var gibi bir ifade vardı. Ardından, “Nerelisiniz? Nerede doğdunuz?” sorusunu sordu. Erol, “Odessa” deyince, adam rahatlayarak, “Aaa, bu benim için yeterlidir” dedi.

Gerçekten de İsrail’in birçok şairi, yazarı, siyasetçisi Odessa’da doğmuş veya tahsil görmüştü. Onlar İsrail kültür ve siyasetine çok katkıda bulunmuşlardı. Anlaşılan Yehuda Mozes de Güney’in gazeteye büyük katkıda bulunmasını umuyordu.

Gazetedeki başlıca görevi Dışişleri Bakanlığı ile yakın temasta olup, İsrail’in komşuları ve büyük devletlerle ilişkilerini takip etmek, değerlendirmekti.

Yediyot Aharonot’un politikası gazetede ayrı ayrı fikirlere yer vermekti. Makaleler arasında görüş farkları olabiliyordu. Bu açık politika sonuç gösterdi, gazete o dönemin en önemli yayını olma yolunda ilerledi.

O dönemde Erol Güney France-Soir gazetesinin de muhabirliğini yapıyordu. Bu yüzden birçok kapı ona açıktı. Sina savaşının patlak vermesinden bir gün önce Savunma Bakanlığına çağrıldı. Orada Şimon Peres okuyucularına savaşı daha iyi aktarabilmesi için ona savaşın genel planını anlattı.

Bir haftalık savaş dönemi Güney için zor geçti. Ailesi yeni gelmişti, yeni bir eve taşınmışlardı, ne telefon, ne de arabaları vardı. France-Soir’daki işi sayesinde Paris’te bıraktığı kızı Eleonore’a gönderebilecek kadar para kazanmaya başladı.

Erol Güney İsrail’e geleli üç sene geçmişti. Cuma günleri Yediyot’ta uzun yazıları, hafta arası da 2-3 kısa yazısı yayınlanıyordu. Çoğu İsrail’in dış politikası ve güvenliği üzerine yazılardı.

Yediyot Aharonot'ta çalıştığı sırada

Bu arada görevi icabı dünyanın birçok ülkesini ziyaret etti.  İsrail 1960’larda özgürlüklerini kazanan Afrika ülkelerine yardım etmeye başlayınca Güney, İsrail basınının temsilcisi olarak Fildişi Sahiline, Gana’ya gitti. Ardından Tayland, Tayvan, Vietnam… Vietnam’dan hemen sonra gittiği Auschwitz’de bir Holokost kurtulanı ile yaptığı röportajı France-Soir’a gönderdi, Yediyot için bir yazı dizisi hazırladı.

1985 ile 1989 yılları arasında Washington’da çalışıyordu. Orada bulunan Türk gazetecilerle tanışıyor, aralarında bazıları ile samimiyetler kuruyordu. Hepsi artık Türkiye’de her şeyin değiştiğini, vatandaşlığını geri istemek için müracaat etmesini istiyorlardı. Erol Güney’in görev süresi tamamlanıp İsrail’e döndüğünde Türkiye Elçiliğinde çok deneyimli bir diplomat vardı; çoğunuzun tanıdığı Ekrem Güvendiren… Güvendiren, “bu soruna bir çözüm bulacağım” dedi ve Güney’e üç haftalık bir vize verilmesini sağladı. İki ülke arasındaki ilişkiler o dönemde zirve yaptı, Güvendiren Türkiye’nin ilk İsrail Büyükelçisi oldu.

Erol Güney çok uzun yıllar sonra çıkarıldığı Türk vatandaşlığını, yine Ekrem Güvendiren sayesinde yeniden kazandı. Ve o tarihten sonra masum olduğu halde cezalandırıldığı, 50 yıl hasret kaldığı ülkesini yani Türkiye’yi sık sık ziyaret etti,  çoğunu yitirmiş olsa da eski dostlarına kavuştu.

50 sene sonra İstanbul ziyaretinde hayatta olmayan Orhan Veli'nin evi önünde

Boğaza bakan heykelinin başında

1990’lı yıllarda Büyükelçi Güvendiren’in Herzliya’daki rezidansındaki davetlerden birine katılanınız olduysa konuklar arasında uzun boylu, yaşını almış, ama oldukça yakışıklı Erol Güney’i görmüştür kanımca.

Biz size Erol Güney’i uzun uzun niye anlattık? Çünkü Erol Bey 1990’lı yılların başında Şalom gazetesine de yazmaya başladı. Ve biz bu vesile ile onu tanıma şansını bulduk. Her hafta yazdığı “İsrail Mektubu” adlı köşesinde İsrail’in gündemini çok başarılı bir şekilde irdeler ve yorumlardı.






Şalom'da İsrail Mektubu başlığı altında yayınlanan yazılarından örnekler

Güney, sınır dışı edilişini hiçbir zaman hazmetmedi. Ve tepkisini uzun yıllar boyunca Türkçe konuşmayarak dışa vurdu. Bu nedenle Şalom’a yazmaya başladığı ilk yıllarda makalelerini Fransızca yazar, Liz Behmoaras tarafından tercüme edilirdi.

Her Salı Tel Aviv’deki evinin yakınındaki postaneye gider, yazısını gazeteye fakslardı. Faks cihazı giderek yaygınlaşınca, postaneye koşmaktan kurtuldu, yazısını apartman komşusunun faksından gönderir oldu.

Zamanla, Erol Güney Türkçe yazmaya başladı. Ama yine de yazıyı düzeltmek, İbranice sözcükler sıkışmış cümleleri toparlamak gerekiyordu. Bu görev benimdi. Düzelttiğim şeyler genelde komik olurdu; örneğin “at arabası”, yerine “sus arabası” diye yazıyordu.

NELLY: Erol Güney ile ilk kez Şalom gazetesini temsilen geldiğim Yeruşalayim’deki Yahudi Medya Kongresi vesilesi ile tanıştım. Tel Aviv sahilindeki büyük otellerin birinin lobisinde buluştuk onunla. Sohbetimiz sırasında onun ne kadar dolu ve bilgili bir insan olduğunu anlamamak, etkilenmemek mümkün değildi.

Güney Türkiye’ye her geldiğinde, o haftaki yazısını Şalom gazetesi ofisinde yazar, bizden her türlü İngilizce, Fransızca sözlükleri ister, bir-iki saat içinde makalesini el yazısıyla bize verirdi. Bilgisayara geçememişti.

Şalom Gazete ofisinde

Erol Güney yaşamını yitirdiği 2009 yılına dek, her hafta, hiç aksatmadan “İsrail Mektubu” köşesinde İsrail’in nabzını tutmaya devam etti. Yazısını bize fakslayıp işini bitirdiğini sanmayın.

Malum İsrail’de özellikle bazı dönemlerde gündem çok çabuk değişir. Neredeyse her hafta, gazetenin baskıya hazırlandığı son dakikalarda İsrail’den telefon eder, “Bak Nelly, şu şu değişti… Ariel Şaron sonra şu açıklamayı yaptı. Son paragrafı çıkar, şöyle şöyle değiştir” derdi. Bu neredeyse her hafta tekrarlanırdı. Çünkü ülkedeki gelişmeleri tam olarak aktarmak isterdi.

Bazen yazısı gecikince merak eder telefon açardık. Yaşlıydı, hasta olmasından endişe ederdik. Tabii aksilikler olurdu bazen. Fakat o müthiş bir sorumluluk sahibiydi, örneğin, “Komşunun faksı bozuldu, postaneden yollayacağım, postanenin açılmasını bekliyorum” derdi.

Ve yine bir Salı günü Erol Bey’in yazısını beklerken, telefon geldi. Faks sahibi komşusuydu arayan… Acı haberi verdi. Erol Güney yaşama veda etmişti...

95 yaşındaydı. Şalom çok değerli bir yazarını ve dostunu kaybetmişti

Ölüm haberi gazeteye böyle yanmsıdı


Sevenleri gazetede anılarını paylaştı

Gazeteci/yazar Erol Güney’in yaşam öyküsü filme alındı. Hem de o henüz hayatta iken… Yönetmenliğini Sabiha Banu Yalkut Breddermann’ın yaptığı film “Yaşamın sürüklediği yerde Erol Güney’in öyküsü” adını taşıyordu. Belgesel filmde Güney, renkli ve uzun hayatından anıları dile getirmişti. Hatta filmi, onun da katıldığı bir gösterimde beraber izledik.
Filmin çekimi sırasında 

Biz konuyu fazla uzatmamak için Güney’in kendisi gibi göçmen olan kedisinden hiç bahsetmedik. Oysa şiirlere bile konu olan bu kedisi çok ünlüdür.



Erol Güney hakkında bir de kitap yayınlandı Yapı Kredi Yayınlarından… Adı “Erol Güney’in Ke(n)disi “… Kitabın kapağında o şöyle tanıtılıyordu: “Göçmen – Çevirmen – Gazeteci – Sevgili …” 2005’te yayınlanan bu kitap onun anılarının bir aktarımıydı.


YAKUP: O halen hayattaydı ve kitabını bana imzalarken; “A mon brillant editeur avec toutes mes amities…” (Parlak editörüme sevgilerimle) sözcüklerini yazmıştı.

Bana kitabını imzalarken


O gün kitabını imzalarken Şalom yazarları olarak Güney’in yanında yer aldık. Sağda görülen siyah şapkalı hanım Dora’nın kız kardeşi, Orhan Veli’nin uğruna şiirler yazdığı Bella’dır… En solda Tuna Saylağ, yanında Robert Schild….

Bir zamanlar vatandaşlıktan çıkarılarak, sınır dışı edilen, saygınlığı alınan Erol Güney, bu kez Türkiye’de hakkında çekilen film ve yazılan kitapla yıllar sonra yeniden onurlandırılıyordu.

Erol Güney sevgi dolu bir kişiydi. Yaşamı severdi, hayata tutunur, bu dünyayı bırakmak istemediğini sık sık dile getirirdi. Anılarının toplamı olan kitabının son sayfasında şöyle diyordu; “Severek, hayran olarak ve öfkemi koruyarak bir süre daha yaşamak istiyorum. Sevmek; çünkü bu uzun hayatımda yaşamın, sevgi olmadan anlamsız olduğunu öğrendim. Hayran olmak; çünkü doğada, sanatta, edebiyatta, şiirde, müzikte hayran olunacak çok şeyler var ve onlardan mahrum olmak istemiyorum. Bir de dünyada insanların diğer insanlara yaptıkları zulümlere öfkelenmeye devam etmek istiyorum.”

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 





Yorumlar

  1. Kardeş Yakup Barokas ve değerli Eşi. Doğrusu Erol Güney adını ilk olark duydum bunu cahilligime atfediyorum. Yazınız son derece enteresan çok zevk duydum. Ruhu şad olsun! Sizleri tebrik ederim. I.Z.Leon

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar